Saat 11:59, hafif karaltılı bulutlar yerini açık mavi gökyüzünü bıraktığından beri ortalık sakin. Renkli renkli şemsiyeler kapanıp etraf da asıl rengine dönünce rahatlıyorum. Yerden bilmem kaç metre yüksekte olmak da bu değişimi an be an izlememizin en belirgin sebebi. Balkondan mahalleyi izleyen teyze gibiyiz, çekirdeğimiz eksik ve eksik olması ile haklı bir gurur duyuyoruz. Zira Venedik’de çekirdeğe çiğdem diyen bir kişi bile yok, olan da zaten Venedikli değil. Rica ediyorum şu deniz kenarına yuvalanıp asli görevi günün tadını çıkarmak yerine çekirdek kabuğu çıkarmak olan insanları görünce uyaralım. Uyardıkça belki İstanbul da Venedik berraklığına ulaşır.
Manzarayı seyredip yavaş yavaş sindirirken, kafamızın üzerindeki demir yığını ansızın kükrüyor, ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Bir aylık kedi yavruları gibi olduğumuz yerde küçülüp kalıyoruz, tüyler diken diken. Etrafıma bakınca neredeyse 50 kişi de dizlerinin üzerine çökmüş kedi masumluğunda bakışlarla olayı anlamaya çalışıyor. İnsan düşüncesinin sesini bile duymadığında ne olurmuş kısa aralıklarla da olsa anlıyor. Tok bir Donggg sesi! Aklım kaç diyor, hemen akabinden bir tane daha Donggg! Ama beynim ile kulaklarım arasındaki bağlantıyı dolduran bu gürültü hareket etmemi imkansızlaştırıyor. Araya bir Donggg! daha, duyamayınca da kafanın içindeki titreşimden medet umar oluyor insan. Gök mü gürledi, şimşek mi çaktı, tsunami mi geliyor, bomba mı düşüyor? Donggg! Bu saçmalıkların hepsini aynı anda düşünüp bir cevap bulamamak insanı daha da aciz hissettiriyor.
Saat 12:00 Venedik için ayin vakti. Kulenin tepesinde, 1 tonluk çanın da tam altında olunca gayet net anlıyoruz bu vakti. Çan kükremesini tamamladığında belden aşağısı istemsiz titremeye devam ediyor bir süre daha. Çalması bitiyor ama yankısı kolay kolay çıkmıyor vücuttan.
Campanile Kulesi, sanırsın Venedik yapılırken adayı sabitlesin diye koca kuleyi çakmışlar adanın en güzel yerine, San Marco meydanına. 98,5 metre yüksekliğindeki kulenin tepesindeki Bartolomeo Bon’un tasarladığı altın rüzgar gülünün manzarasından bir kademe daha aşağıdan bakıyoruz Venedik’e. Ana kanal ve lagün rahatlıkla görünürken, şehrin dar sokakları üzerine eğilmiş evlerin arasından suyu görmek imkansız. Buradan bakınca ana kanal harici tüm kanallar kayboluyor. Koskoca bir labirent gibi şehir.
Venedik Cumhuriyeti zamanında kulenin üzerinde yer alan her çanın farklı bir anlamı ve farklı bir ismi varmış. Marangona Çanı işgünü başlangıcı ve bitişinde çalınırmış. Malefico Çanı meydanda gerçekleştirilecek infazları duyurulurken çalınırmış. Nona, öğle vaktinde çalınırken Mezza Terza senatörleri Dükler Sarayı’nda toplanmaya çağırmak için çalınırmış. Trottiera ise büyük konseyin toplandığını bildirmek için çalınırmış. Şuan 4 çan sabitlenmiş şekilde kulede duruyor. Sadece bir tane aktif çan var oda bizim tepemizde ansızın çalan. Kule ile ilgili bir çok hikaye var özellikle de idam cezasına çarptırılmış mahkumların kulenin tepesinden aşağıya atıldığı ile ilgili. Aslında böyle birşeyin olduğuna dair kanıt yok. Çünkü o zamanda idamlar, İstanbul’dan getirilen, meydandaki San Marco ve San Teodoro sütunları arasında gerçekleştiriliyormuş. Hatta şu anda bile Venedik’te yaşayanlar bu iki sütun arasından geçmeyi -bu sebeple- uğursuzluk sayıyor. Biz Venedikli olmadığımız için sütunun arasından geçip geçmemeyi bırak, kaç defa geçtiğimizi saymayacak rahatlıktayız.
Çan kulesinin hemen karşısında Museo Correr yer alıyor. Museo Correr, Museo Archeologico ile birleşmiş durumda. Tek girişten iki müzeye de ulaşılabiliyor. Müzenin kafesinin olduğu yerden de mükemmel bir meydan manzarası var. Yine kulenin hemen arkasında ise Venedik’in simgesi San Marco Bazilikası meydanın girişini kaplıyor. Bazilika aynı zamanda adadaki Bizans mimarisinin en görkemlisi. Adayı kuranların Bizanslılar olduğunu düşünürsek İstanbul ile bağlantısını daha iyi anlamış oluruz.
Ve tabi her yerden başka bir yere doğru uzanan sıralar, sıra sıra insanlar. Bu meydanda bir yere girmek için önce sıraya geçmeniz gerekiyor. Ve bu sıralar öyle kolay kolay da bitmiyor. Önceliğinizi belirleyip güne erken ve en önemlisi de kruvaziyerler (crouise gemisi) gelmeden önce başlamak. Siz siz olun bu bekleme dakikalarına yenilip sakın pes etmeyin, gördüğünüz herşey beklediğinize değenecek, emin olabilirsiniz.
Saat öğleni geçince hava tekrar bulutlanmaya başlıyor. Venedik’te kanalın rengi matlaştıkça üzerinde süzülen gondolların rengi daha da parlak bir hal alıyor. Kontrastı arttırılmış bir fotoğraf gibi geçiyorlar gözümüzün önünden.
San Marco Bazilikası kapısının önünde soluklanıyoruz. Gördüğümüz ön cephe mozaikleri büyüleyici. Özellikle 17. yy’da yapılan ve Venedik şehrininde simgesi olan Aziz San Marco’nun naaşının İskenderiye’den kaçırılışını betimleyen mozaik. Kaçırılma esnasında San Marco’nun naaşı saklanıp üzeri de domuz etleri ile kaplanmış, amaç İskenderiye’den çıkarken kontrol eden Müslüman yetkililerin domuz etine dokunmayacakları düşüncesiymiş. Başarılı da olmuşlar, İskenderiye’den böylece kaçırmışlar naaşı.
Sadece bu mozaiklere bakmak bile insana kendini şanslı hissettiriyor, neredeyse yapıldığı şekliyle boylu boyunca uzanıyor önümüzde. Taç Kapıdaki oymalar ise başka bir dünya. 13. yüzyıl tarihli bu oymalar her ay yapılan işleri simgeliyor. Mesela sırtında üzüm küfesi taşıyan figür eylül ayını temsil ediyor.
Ve tabiki de eski bir dostu görmüş gibi hissettiren Aziz Marcos’un atları. Atların hikayesi İstanbul’dan başlıyor, o zaman ki adıya Konstantinopolis. Haçlı seferleri sırasında Sultanahmet Meydanı’ndaki hipodromun girişini süsleyen bronz 4 at kaçırılmış ve buraya getirilmiş. Ama benim için hala bu atların bir ayağı İstanbul’da. Kapı üzerindeki atlar ise aslında kopyaları. Asılları hava şartlarından zarar görmemesi için bazilikanın içine alınmış. Bazilikanın sağ tarafında, vaftizhane giriş kapısının önünde duran iki işlememi mermer sütün ile hemen yanındaki köşe duvara iliştirilmiş dörtlü heykel de haçlı seferleri sırasında İstanbul’dan söküp getirilenler arasında. Köşedeki heykelin hikayesi de biraz daha iç burkucu. Tetrarchia , MS 4. yüzyılda yapılan heykel imparatorluğun dörtlü yönetimini simgeliyor. İstanbul’dan sökülürken heykelin ayak kısmı kırılmış ve söküldüğü yerde kalmış. Bu kalan parçayı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde görebilirsiniz.
Venedik biraz da İstanbul’un eskiden yazdığı, kayıp bir roman gibi. Sayfaları arasına sızınca daha da heyecanlandırıyor şehir sizi. Birbirine bu kadar bağlı ilmikler, ipler takip ediyor geçmişi. Bir ucundan tutunca çorap söküğü gibi geliyor tarih ayaklarınıza. Venedik’in bir de anlatılmayan bu hikayesi için İlber Hoca’nın kısa videosunu izlemenizi öneririm. Bu videoda İlber Ortaylı’nın anlattığı enteresan bir de bilgi var; Getto tabiri aslında Almanya’dan değil Venedik’ten çıkmış. Venedik çok zengin olduğu zamanlarda, çalışmak için buraya gelen Yahudi kökenliler Cannaregio’daki küçük bir adaya yerleştirilmişler. Gündüzleri çalışmak için adadan çıkmaları serbestmiş. Akşam bir saatten sonra bu adadan dışarı çıkmalarını yasakmış. Bu adanın ismi Getto’ymuş ve bir süre sonra Yahudilerin bu şekilde yaşadıkları mahallelere tüm dünyada getto denilmeye başlanmış.
Bazilikanın hemen yanında yer alan Dükler Sarayı gondol iskelesine kadar uzanıyor. İşlemeli sütunlar üzerinde sadece şekilleri değil bir dolu hikayeyi de barındırıyor. Mesela bu saraydaki salon, dünyada bir sarayın sahip olduğu deniz manzaralı en büyük salonmuş. Bir de Ahlar Köprüsü var. Ölüme mahkum edilenler bu köprüden geçip hapishaneye giderlermiş rivayete göre. Antonio Contin tarafından tasarlanan köprü 1602 yılında yapılmış. Yapıldığı tarihten önce yargısız infazlar kaldırıldığı için de öyle anlatıldığı gibi – idam mahkumlarının bu köprüden geçerken son kez pencereden bakması – gerçek bir hikaye değil. Genelde ikinci derece suçlar bu hücrelerde tutulurmuş.
Meydanda kısa bir kahve molası veriyoruz. Verdiğimiz molanın aynısını belki de fazlasını verenler ise Goethe, Charles Dickens, Marcel Proust, Rubinstein, Rousseau ve daha adını sayamadığımız düşünürler, heykel traşlar, ressamlar… Caffe Florian Avrupa’nın en eski kahve dükkanı. 1720 yılından beri açık olan, savaş zamanı bile kapanmayan dükkan hala ilk zamanki gibi. Özellikle taze kruvasanları ve tramisusunu kahvenizin yanına söylemeden mekandan ayrılmayın.
Venedik’in birbiri içinden geçen dar sokaklarının hepsinde bir meydana çıkıyor. Merkezden uzaklaştıkça da meydanlar Venediklilere kalıyor. Klasik Venedik çok pahalı klişesini de kulak asmayın. İstanbul ne kadar pahalıysa, burası da o kadar pahalı. Sadece ev fiyatları ve kiralar uçuk. Ama Venedik’e gelip de emlakçı gezmediğimiz için bu kısım bizi hiç ilgilendirmedi .
İki sokağı kısa yoldan birbirine bağlayan dar bir tünelden geçip, başka bir sokakta buluyoruz kendimizi. Sonra ufak bir avluya çıkıyoruz. Giuseppe önde biz arkada bir filmi içinden izliyoruz gibi . Avlunun ortasında bir neredeyse iki kulaç çapında , tuğladan örülmüş bir kuyu, üzerinde de tam ağzını kapacak şekilde kaplayan, rengi yağmurlardan yeşile dönmüş, döküm bir kapak var. Eskiden şehrin suyu bu avlulardaki kuyulardan sağlanırmış. Şimdi orta yaşlarda, beyaz gömlekli, ayağındaki çorap üstü sandaletten Amerikalı olduğunu düşündüğüm bir adam yaslanmış döküm kapağa spritz yudumluyor. Yanındaki sarı saçlı, yaşça daha büyük bir kadın ise orada olmanın verdiği mutluluğu adamla paylaşıyor. Adamın çokta durumdan haberi yok. Elindeki fotoğraf makinasına bakıyor. Göz göze geliyoruz makinayı bana uzatıyor “ could you take our photo?” diyor. Giuseppe’ye yetişmemiz lazım, tabi dercesine kafamı sallayorum, hızlıca çekip devam edecekken fotoğraf makinasının bende kaldığını farkediyorum. farkettiğim gibi Amerikalı sandığım beye uzatıp hızlıca Giuseppe’yi takibe devam ediyorum. Bizi atıştırmak için bir yerlere götürüyor. Ve ekliyor, Venedikte güzel bir şeyler yemek istersen gondolcular mola verdiği zaman onları takip et. Onlar en güzel neresi varsa orada yer içerler diyor, ince suratından hiç eksik olmayan kocaman gülümsemesiyle yürümeye devam ediyor.
Tam o sırada yürürken mi yoksa o başka bir zamandı da ben o zaman mı sandım bilmiyorum, ama bir dondurmacının önünden geçtik. Benim dondurma zaafım hemen devreye girdi, duraksadım. Giuseppe de buranın dondurması çok güzeldir diye ekledi.Biz de hemen dondurma siparişi verdik. (La maison de la crepe) İnanılmazdı!
Dar bir sokaktan daha geçiyoruz, uzunca bir koridor boyunca devam ediyoruz ve karşımızda Bacarando. Venediğin en güzel kanepelerini, atıştırmalıklarını burada yiyoruz. Keyfimize diyecek yok. Bahçede otururken dar bir sokaktan gondolcular geliyor. Sokağın ucu ise kanala çıkıyor. Ya müşteri indiriyor bir gondolcu ya müşteri alıyor. Hava bulutlu, biraz güneş açıyor, kanaldan sokağa giren rüzgar hafif istanbul kokuyor.
Hava kararıyor, hem soğuk hem de günün getirdiği yorgunluk iyiden iyiye kendini hissettiriyor. Yavaş yavaş otele dönerken tekrar meydana doğru yürüyoruz. Etraf alabildiğine sakin, meydandaki sıra sıra insanlardan eser kalmamış. Sanki hepsi anlaşmış gibi bir anda terk etmişler Venediği. Kalanlar ise ya Venedikliler ya da geceyi burada geçirecek Turistler. Onların sayısı da günübirlik buraya gelenlerle kıyaslandığında çok az. Sütunların arasından geçince köşeden itibaren sıralanmış platformaları görüyoruz. Yan yana dizilmiş banklar gibi meydanın içine doğru sıralanmışlar. Tam ne olduğunu anlayamıyorum derken, meydanı su basmış diyor Guiseppe bir çocuk heyecanıyla, çok şanslısınız. Biz manzarayı görünce anlıyoruz. Meydan masal gibi, periler tüm yansımalarını ışıkların içine, meydana bırakmış.
4 comments
Ikinizi de tebrik ediyorum 💑
👏 👏👏
Lugano hakkında bilgi ararken sizin sitenize rastladım ve Kaş Venedik ve Serengeti anlatımlarınızı okudum.
Ben de bir gezginim, bu kadar detaylı harika photolu ve mukemmel bilgilendirmeniz için hem tebrik hem teşekkur☺
Yeni keşfettim sizi. Venedik’e de bu yaz gittim Avrupa turuyla. Okuduğum ilk yazınızda beni oraya tekrar götürdünüz. Kesinlikle gidilmeli :)
O kadar severek okudum ki.Ben 2011 de gitmiştim Venediğe.Sayenizde birkez daha gördüm.Yazı ve fotoğraflar çok iyi.Ellerinize sağlık
Güzel anlatım. Venedik görülmesi gereken bir yer. En azından benim listemde var :) Bu atmosferi solumadan ölmemek gerek..