Saat sabah 6. Farklı bir gezegende, farklı bir zamanda, hiç durmayan bir yeşilin içinde hareket ediyor gibiyim. Dışarıdaki nem havanın asılı kaldığını açık açık gösteriyor. İlk defa göz göze geliyoruz hava ile, yoğunluğun verdiği beyaz silüet etrafını çeviriyor Sigiriya’nın. Düzlüğün ortasında öylece yatan bir aslan gibi esniyor kaya, kuşlar ötüyor Watte Wewa gölünün kenarında. iki üç tekne geziniyor sabahın ışıkları yansırken göle. Pusun içinden kalkıyor balıkçı kuşları. Bembeyaz tüyler dağılıyor etrafa. Sanki yastık savaşından yeni çıkmış bir sabah. Gri Langurların sesi yankılanıyor odanın kapısını açar açmaz. Otel koridorlarında kimsecikler yok bizden başka. Ben, Oylum, Sarp. Gün doğumunu çekmek için kalkıyoruz erkenden. Meğer en geç biz kalmışız, bir de güneş. Tüm yeşil uyanmış otelin etrafında, içindeki seslerle bizi bekliyormuş. Tepeden aşağıya doğru dağ sesi duyuyorum.Yağmurun sesini hissediyorum daha yağmadan. Öğretmenin en sevdiği öğrencisi gibiyim, ön sıraya almış beni, dersi daha iyi dinleyeyim diye. İşte bu teras en öndeki sıra. Derste beklenmedik anda karşınıza çıkan en güzel şey, Sri Lanka.
Heritage Kandamala otelinden ayrılıyoruz. Arkamızdan konuşuyor makaklar , gri langurlar. Havanın aydınlığı o kadar pürüzsüz ki gece ile gündüz arasındaki fark zamansal değil, seyirsel burada. Tadını çıkarıyor insanlar. Koşturmadan, sindire sindire.
Bir tabela ilişiyor toprak yolda gözüme. Dikkat fil çıkabilir diyor. Yanına gelebilir diyor. Seninle konuşabilir diyor. Yol sorarsan, sana yolu gösterebilir diyor. Ya da buradaki tabelalar siz ne duymak isterseniz onları da kulağınıza fısıldıyor. İnsan şehirden, betondan çıkınca fazla oksijene hemen alışamıyor. Rehberimiz kırklı yaşların ortalarında, esmer , bıyıklı, gömleğinin tüm düğmeleri muntazam ilikli. Altın kaplama citizen saati dakik. Her planlama öncesi saatine 5 saniye bakmadan konuşmuyor. Sigiriya gitmek için erken çıkmıştık ya otelden, saatine bakıyor, yetişiriz diyor , daha erken. Sanki Almanyadan memlekete gelmiş akraba havasında bir rehberimiz var. Önce biraz çekiniyorsun, sonra her sene gelsene diyip sarılmak istiyorsun.
Tabelayı gösteriyor, benim duyduklarımı bilmeden sadece fil şekli üzerinden yola çıkıyor . Dikkat fil çıkabilir! Bazen sürü bile çıkar diyor, ağır ağır geçer bu yoldan. Burası iki ulusal park arasında kalıyor. Bir nevi coğrafi açıdan çok önemli, filler için. Türkiye’nin konumu gibi. Ama o maalesef sadece insanlar için önemli artık. Ne anadolu parsı kalmış, ne sırtlan, ne vaşak. Belki onlar da geçecekti yollardan, bizde kenarlara levha koyacaktık dikkat Anadolu Parsı çıkabilir diye. Rehberimiz minivanı kullanıyor, ben en önde oturuyorum. Dersleri can kulağı ile dinliyorum.
Yolun kenarında duruyoruz. Durmadan önce dursak da fotoğraf çeksek der gibi oluyorum, sonra Sarp buradan iyi fotoğraf çıkar diyor. Ama memleket zaten fotoğraf albümü gibi. Masaya en güzel fotoğrafları sermiş, fotoğrafın fotoğrafını çekiyormuşuz gibi geliyor bazen.
Gölün tam karşı kısmındayız, manzaralı yoldan götürüyorum sizi diyor rehberimiz istikamet Sigiriya.
Yeşilliğin arasından geçen yolu takip ediyoruz. Yol kenarına sıralanmış ufak ufak evlerin yanından. İnsanlar geçiyor, insanlar gülüyor, insanları takip eden köpekler koşturuyor arabanın kenarından. Yollar dar, bazen iki araba yan yana gelince yola sığmıyor. Ama hız hep düşük olduğu için hiç tehlikeli bir durum söz konusu değil. Sri Lankada mesafeler km cinsinden değil saat cinsinden ölçülüyor. Yollar tek şerit ve dar olunca 50 km mesafeyi 2 saatte gidiyorsunuz. Hele yolda hiç bitmeyen çalışmalara denk gelince daha da uzuyor zaman. Şuradan şuraya ne kadarda gideriz diyorum rehberimize – gösterdiğim yerde Adapazarı – Kadıköy arası gibi- ooo diyor 6 saat.
Sigiriya tabelasını görüyoruz, ama rehberimiz görmemezlikten geliyor. Diğer taraftan diyor yolu eliyle göstererek. Yol kıvrılıyor rehberimizin eli kıvrılıyor, hemen diyor dolanınca buradan. Arkasından çok güzel bir açı var. Oraya gidiyoruz.
Minivan duruyor, biz hemen fotoğraf çekiyoruz Sigiriya’nın diğer yüzününden . Bir kısmı kurukafaya benziyor sanki diyorum Oylum da onaylıyor beni. Havada kuş kadar böcekler, helikopter böcekleri uçuşuyor, sıcaklık yavaş yavaş artıyor.
Bilet almak için kabine geliyoruz. 1 kişi 30 dolar, içerideki Sigiriya müzesinin de girişi bu ücrete dahil. Şimdiden söylemek gerek rehberimiz en az 2 saat diyor burayı gezmek için ama onun dediği bakmak için sanırım. Yoksa yarım gününüzü buraya ayırmanız gerekiyor. Yorucu bir parkur burası. Yanınızda bir şişe su ve şapka olmadan da yola çıkmamak lazım. Gişeden hemen önce hem lavabo hem de içecek birşeyler almak için ufak bir büfe mevcut.
Gişeden geçerken biletleri uzatıyoruz, görevli bir kısmını yırtıp tekrar geri veriyor , öncesinde de köşesine de imza atıyor. Sri Lanka’da gişe memurları imza atmayı çok seviyor. Tüm biletli girişlerde gişe memurunun imzası mevcut. Sanırım bir nevi ünlüler burada, imza dağıtma konusunda, ya da öyle sanıyorum.
Metal, tahta kaplı bir asma köprüden geçip sonunda içeri adımımızı atıyoruz. Antik yerleşimin etrafı insan eliyle kazılmış bir kanalla çevreli. Şehre girer girmez sizi tuğladan yığınlarından muntazam örülmüş yapı temelleri karşılıyor. Önce bir bahçe içinden geçiyoruz. Hemen sonrasında kralın yazlık sarayının temel kalıntıları ve sonrasında da etrafta tuğla yığınlarından havuzlar . Bu yol sizi dümdüz aslan kayaya doğru götürüyor. Sigiriya öyle hemen kabul etmiyor sizi. Yukarı doğru zahmetli, sıcak ve yer yer terli bir tırmanış bekliyor sizi.
Rehberimiz köşelerdeki gözcü kule temellerini gösteriyor. Kral Kaspaya’nın neden burasını yeni sarayı yaptığı ise filmlere konu olacak cinsten. Hatta “Game of Thrones” izliyorsanız 1500 sene önce pilot bölüm zaten burada başlamış.
Kral Dhatusena’nın iki tane oğlu varmış, biri Kasyapa diğeri ise Moggallana. Mogallana’nın annesi soylu bir kadınken Kaspaya ‘nın annesi sıradan, halktan bir kadınmış. Her ikiside Krallığın başkenti Anuradhapura’da büyümüşler. Kaspaya büyüdükçe kral olamayacağını anlamış (sanırım burada araya çeşitli entrikalar, kraliçenin oğlunu kayırması, Kaspaya’nın şehirden çıkarıltılmak istenmesi gibi bahsedilecek bir yığın ayrıntı var) Kral Dhatusena ise annesi aynı zamanda kraliçe olan Moggallanayı destekliyormuş. Kaspaya ise bu durumu içine sindirememiş. Hatta Krallık için daha fazla beklemenin hata olacağına karar vermiş, ordudan bazı komutanlarla anlaşıp babasını öldürtmüş ve hemen yeni kral olarak kendisini ilan etmiş. Mogallana ise Kaspaya’nın kendisini de öldüreceğinden korkup yanına aldığı ufak bir ordu ile kuzeye, Hindistan’a doğru kaçmış.
Yeni Kral Kaspaya’nın hükümdarlığı, babasının uzun yıllar hüküm sürdüğü başkent Anuradhapura’da pek iyi karşılanmamış soylular tarafından. Durumun farkında olan Kaspaya kendine yeni başkent olarak Sigiriya’yı seçmiş. Aslan kayanın tepesine yapacağı saray ile tüm düşmanlarını daha ona ulaşmadan görüp yok edebileceği bir nokta. Güvenliği maksimum tutabileceği ve egemenliğini sonsuza kadar sürdürebileceği bu uçsuz bucaksız arazinin ortasındaki Sigirya, yeni başkent olmuş. Mühendislerine yeni sarayın inşaası için hemen emir vermiş.
Önceleri de bilinen Aslan Kaya’nın etrafındaki mağaralarda budist rahipler inzivaya çekiliyormuş. Kralın gelişi ile birlikte rahiplere dokunulmamış ama her yer yeniden düzenlenmiş. Mühendislerin ve işçilerin tepeye çıkmak için kayalara kazdığı basamaklar şimdi de net olarak görünebiliyor. Bu basamaklara destekle bambudan iskeleler yapılmış. tüm malzemeler bu iskeleler yardımı ile yukarı taşınmış. Bambu diyor rehberimiz o zamanın çelik halatları.O kadar hafif ve sağlamdırlarki inanamazsın. Sarayın yapımını ne zaman bittiği, ve nasıl bir görünümde olduğu kimse tarafından net olarak bilinmiyor. ama Aslan Kayanın en tepesine çıkınca Kral Kaspaya’nın nasıl bir ihtişam içinde yaşadığını az çok hayal edebiliyorsunuz. Tabi oraya gelmeden önce çıkmanız gereken, rehberimizin söylediği, yaklaşık 1700 basamak var.
Hava 35 derece saat 10.
Yazlık saray kalıntıları ve havuzları geçtikten dümdüz uzanan yol son buluyor.İki büyük kaya arasından içeri doğru kıvrılan merdivenleri takip ediyoruz. Buraya kadar geldik ve ter içindeyiz.Daha yolun 5’te biri diyebilirim. Biraz soluklanıp dinleniyoruz bir ağacın altında. sol taraf içeri doğru kıvrılıyor duvar kenarından. Bir de yukarı doğru çıkan basamaklara devam ediyoruz. Rehberimiz dik çıkan basamakları gösteriyor. buradan devam edeceğiz diyor. Basmaka yanakları zamanla aşınmış. ayağınız 42 numarayı geçiyorsa sizin için daha da zor burası. Ayağınız basamaklara sığdırmak için yan basmanız gerekebilir. şehrin kiremit rengi aşağıda yavaş yavaş rengini gösterirken taş merdivenlerin sonuna geliyoruz. Bundan sonrası metal asma bir yol üzerinden devam ediyor. Yükseklik korkusu olanlar için çok sevimli bir yer değil. Hatta olmayanlar için bile anlık aşağıya kaçamak bakışlar ile sizi kendinine getiriyor. Rehber önde ben arkada hızlı adımlarla geçiyoruz bu parkuru. Tam bitti derken anlam veremediğim bir tel tüp içinden yukarı doğru çıkan merdivenleri takip ediyoruz. Sanırım sürpriz olsun diye kimse bir şey demiyor ama bu merdivenin ne alaka burada olduğunu yukarı çıkmadan anlamanız mümkün değil.
Merdiven sizi mağaranın içine çıkarıyor. Mağaranın dış çeperi kırılmış ama iç yüzündeki muhteşem freskolar inanılmaz, renkleri de tarifsiz. En az 1500 yıllık olduğu tahmin edilen freskolar kök boyası kullanılarak yapılmış. Rehberimiz önce saatine bakıyor, ki altın kaplama Citizen’ın rengi bile içeride soluk kalıyor, sonra tadını çıkar daha vaktimiz var gibi başı ile beni onaylıyor. Hava hafif hafif kararırken,annesinden dışarıda yarım saat daha top oynama izni alan çocuk heyecanıyla en uca kadar gidiyorum. En uçtaki freskolar biraz daha yıpranmış, ayağımın altındaki metal levha burada daha oynak. Üzerindeki adım sayısı artınca metal titreşimler içiride yankılanıyor. Ama genel ziyaretçiler bu kısma uğramadan aşağıya doğru inen merdivenleri takip ediyor. Buraya kadar gelmenin bir diğer güzelliği ise içerisini güneş ışınlarından koruyan mat siyah örtünün aralanıp tüm manzarayı ayaklarınızın altına sermesi. Aşağısı sıcaktan terlerken burası rüzgar ile karşılaştığımız ender yerlerden oluyor. Bir yandan freskolara bakarken bir yandan da iniş merdivenine doğru ilerliyorum bu dar platformda. Rehberimiz inmeden önce birşeyler söylecekmiş gibi heyecanlı. Herkes bilmez diyor, zaten bilmediğim için ben de herkes kadar heyecanlıyım diyorum. Seni dinliyorum.
Eliyle freskoları gösteriyor. Üstleri çıplak olanlar Kralın eşleri, giyinik olanlar ise onların hizmetkarları. Saray içinde böyle bir durum söz konusuymuş o zaman, öğreniyorum. Bu freskoları yapanların diyor tek hakkı var. Hata yaparsa düzelmeleri çok zor. Hatta diyor burada yapılmış hatalar var dikkatli bakarsan hemen farkediliyor. Sanatçı önce eli yapmış ama sonra duruşu değiştirmiş dolayısıyla kolun pozisyonu da değişmiş. Sonra esmer tenin altında iki kat parlayan beyaz dişlerini göstererek gülüyor, bak diyor buradaki kadının iki göğüs ucu var. Hata yapıp düzeltmeye çalışmış. Ben gülüyorum, hatasız kul mu olurmuş diyorum İngilizce ama İngilizce de Orhan Gencebay vurgusu imkansız onu anlıyorum.
Çıktığımız merdivenin hemen paralelinden metal basamaklarla dönerek aşağıya iniyoruz. Etraf tellerle örülü olduğu için manzara da sizle beraber dönüyor. Roller Coaster ‘da havada atılan burgunun en yavaş hali gibi. Kimse konuşmuyor sadece acele acele atılan adım sesleri çıkıyor metalden. Sonunda tekrar platforma ulaşıyoruz. Dışarıdan boylu boyunca görünen aynalı duvar dedikleri yerdeyiz. Bu koridoru koruyan duvar zamanında burayı ziyarete gelen budist rahiplerin duvar yazılarına eşlik etmiş. Bir kaç tanesini söylüyor rehberimiz, “geldim-gördüm” “ne mutlu bana” cinsinden duvar yazıları. Her gelen duvara elini sürttüğü içinde cilalanmış gibi parlıyor duvar. Ama şimdi dokunmak yasak. sadece yazıları görmek için yaklaşabiliyorsunuz.
Bu duvar bitince bu defa taş basamaklarla tekrar buluşuyoruz. 40 basamak sonra aslanın ayakların altında buluyoruz kendimizi. O efsanevi görüntünün yeri işte burası. Tamamlanmamış dev bir heykelin parçası gibi duruyor aslan ayakları ve hemen arasından yukarı doğru uzanan merdivenler. Nihayet tepeye varmak üzereyim. Asya’nın Machu Picchu’su, hatta Machu Picchu’dan 1000 yıl önce de buradaydı. Belki de Machu Picchu Güney Amerika’nın Sigiriyasıdır kim bilir?
Aslanın iki ayağı arasından basmakları çıkmaya başlıyorum. Rehberimiz aşağıda kalıyor, bu sıcakta bir de tepeye çıkmayayım, bekliyorum seni diyor. Ee diyorum yukarıda anlatacak bir şey yok mu? Yukarısı kendisi anlatıyor zaten bana gerek yok diyor gülerek.
Taş basamaklar kısa bir dönemeç sonrası bitiyor, dönemeçten hemen aşağıda bakınca görüyorum, Antik havuzlar ve eski sarayın kalıntıları boylu boyunca uzanmış güneşleniyor. Havadaki nem ile selamlaşıp metal merdivenlere geçiyorum. Saat 11:17.
Benimle birlikte yukarı çıkan 4 turist daha var 3 tanesi japon, içlerinden biri 70 yaşını biraz geçmiş. Koluna girmiş bir arkadaşı yukarı çıkıyorlar yavaş yavaş. Sonunda zirveye ulaşıyoruz.Ufka doğru uzanan orman denizi, yemyeşil rengi ile parlıyor. Etrafta senden yüksekte birşey olmayınca bir kayanın üzerine değilde sanki dünyanın zirvesindeymişsin gibi bir his geliyor birden. Basamak basamak tuğlalar, tatlı su havuzları, teraslar, merdivenler, merdivenlerin bitiminde bir incir ağacı. Büyük büyük yapraklarıyla salınıyor köşeden. Ben hep burdaydım hoş geldin der gibi. Ağacın hemen altı dinlenme noktası, yorulup gölge bir yer arayanlar hemen dibinde soluklanıyor. soluksuz izlenecek manzara eşliğinde.Aşağıda antik şehrin surları, havuzlar bahçeler sanki yeniden yapılmayı beklermiş gibi duruyor. Biri hadi yapalım dese eski günlere dönmesi an meselesi. Oturuyorum setin üzerine. yeşile bakıyorum, havaya bakıyorum, aşağıya bakıyorum, göle bakıyorum, Dambulla’daki altın Buda heykeline bakıyorum. Bakmanın insanı bu kadar rahatlattığı ender yerlerden burası. Bakmaya doyamıyorum.
Kral Kasyapa 495 yılına kadar burada hüküm sürmüş, Ta ki kardeşi ordusu ve Hindistandan yanına aldığı destek ile birlikte gelip babasının intikamını alana kadar. Kral Kaspaya kardeşi tarafından öldürülünce saray terkedilmiş, başkent eski yerine taşınmış. Burasıda 14 yy. kadar manastır olarak kullanılmış. Sonrasında ise nedeni tam olarak bilinmiyor ama tamamen boşaltılmış. İngilizlerin adayı işgali ile 1831 yılında binbaşı Jonathan Forbes buranın farkına varmış. Sigiriya’nın üzeri o zaman ağaçlarla ve çalılarla kaplıymış. 1890 yılında ise büyük ihtimal ordunun arşivinin de yardımıyla H.C.P Bell Sigiriya’yı keşfeden ve ilk kazılara başlayan arkeolog olmuş. Halen üzerinde tartışmalar sürüyor. Kimi arkeologlar Aslan Kayanın saray olarak hiç kullanılmadığı, hep manastır olarak kaldığını savunuyor. bunun içinde tepedeki kalıntılar arasında hiç kanalizasyon altyapısının olmamasını gösteriyorlar. Ayrıca pencere yerleride saray yapısından beklenildiği şekilde değilmiş. Bazı arkeolog ise sadece yapının değil tüm alanın saray olduğunu söylüyor. Kazı çalışmaları devam ediyormuş, belki yakında daha net bilgilere ulaşılabilir. Tartışmalardan ne sonuç çıkarsa çıksın Sigiriya Sri Lankanın en çok ziyaret edilen tarihi mekanı.
Merdivenlerden aşağıya inerken son bir defa daha bakıyorum etrafa. Saat 12:21, yukarı henüz çıkanlarla karşılaşıyorum. Nasıldı diye bakıyor gözlerimin içine, inanılmazdı diye bakarak cevap veriyorum. Gülümseyerek , heyecanla yanımdan geçiyorlar. Ben de aşağıda beni bekleyen rehberimi görüyorum. Gözleri yaklaşık bi beş dakikadır beni arıyor belli ki. bulunca hah işte seni yakaladım der gibi elini sallıyor. Gördüğümü belli eliyorum bende . Tamam geldim diyorum, yola çıkacağız tekrar Sri Lanka’nın tek şeritli yollarından devam edeceğiz bu defa en güneye doğru.
Aslan ayaklarının hemen yanından bu defa farklı bir yoldan aşağıya doğru iniyoruz. İniş çok kısa sürüyor, hemen antik havuzların başladığı düz yola ulaşıyoruz. Saat 13:00 kalabalık artmışken biz Golden Template için Dabulla’ya doğru yola çıkıyoruz.
Sri Lanka’da Görmeniz Gereken En Güzel 5 tapınak
Gangaramaya Tapınağı – Kolombo
Kültürel ve politik geçmişi ile Kolombo’nun en önemli budist tapınağı. Beira Gölü’ne ve meditasyon alanı Seema Malakaya’ya çok yakın konumda olan Gangaramaya Tapınağı Sri Lanka, Tai, Çin ve Hindistan mimarisinden çizgiler taşıyor. Aslında burayı sadece tapınak olarak da değerlendirmemek gerekir, içinde müze ve kütüphane ile birlikte bir çok yapınında yer aldığı büyük bir kompleks. Fotoğraf çekmeyi seviyorsanız şehir ve göl manzaralı bu mistik alan için en az 1 saatinizi ayırmanızı öneririz
Ziyaret saatleri 5:30 – 22:00, www.gangaramaya.com
Dalada Maligawa ya da Diş Tapınağı – Kandy
Kandy şehir merkezinde yer alan tapınak, içinde bulundurduğu budist kutsal emanetler sebebi ile Sri Lanka’nın en önemli tapınağı. Tapınağın adından da tahmin edilebileceği gibi, özel bir kutuda muhafaza edilen Buda’nın dişi bu tapınakta saklanıyor. Tapınak ziyaret saatleri sabah 5:30 – 20:00. Muhafaza kutusu zaman zaman ziyaretçilere gösterilse de hiç bir zaman açılmıyor. Tapınağın ilk halinin 1600 ‘lü yıllarda yapıldığı düşünülüyor. 1998 yılındaki bombalı saldırıda tapınağın giriş bölümü kısmen yıkılmış. Sonrasında restore edilen giriş kısmında yer alan rölyeflerin orjinalleri arkeoloji müzesi bahçesinde görülebilir. Kandy Arkeoloji Müzesi ve Dünya Budizm Müzesi ise Diş Tapınağı’nın hemen arkasındaki yapılarda yer alıyor.
Tissamaharama Raja Maha Vihara (Yatala Wehera) – Yala
Yala Ulusal Parkı’ndan sadece 20 km uzaklıktaki bu 2300 yıllık dagoba, yani kubbe biçimli Budist tapınağı büyüleyici bir güzelliğe sahip. Tapınak çevresi kare şeklinde oyulduğundan etrafında doğal bir nilüfer havuzu var. Tapınağın dört tarafını saran duvarın tamamına işlenmiş fil desenleri çok etkileyici.
Dambulla Tapınakları – Dambulla
Dambulla’daki bu mağara tapınakları Sri Lanka’nın en iyi korunan mağara tapınakları. Budistler için tam 2200 yıldır kutsal bir hac merkezi olmuş durumda. Bu tapınakların yol hizasındaki kısmına “Golden Temple”, Golden Temple’dan 150 metre kadar yüksekteki 5 mağaradan oluşan kısmına ise “Rock Temple” ismi veriliyor. Her iki tapınak kompleksi de “Golden Temple of Dambulla” ismi ile Unesco koruması altında. 30 metrelik altın renkli Buddha heykeli, altın renkli Budist kubbesi pagoda ve müze girişi o kadar gösterişli ki, gözlerini alamıyorsunuz. Ama asıl serüven soldaki merdivenlerden başlıyor. Mağaralar için 364 basamak çıkmak gerekiyor. Yukarıda manzara da bir harika, 20 km uzaktaki Sigiriya’yı görebiliyorsunuz. Mağara tapınakların girişinde ayakkabılarınızı çıkartmanız gerekiyor, bacakların açıkta olmadığına da dikkat etmek lazım. Toplamda 150 kadar Buddha heykeli ve resminin bulunduğu 5 mağara var. Devaraja Viharaya isimli 1. mağarada 15 metrelik reclining Buddha heykeli bulunuyor. 2. Mağara en büyük ve görkemli olan Maharaja Viharaya. Bu mağaranın tavanı en yüksek yerinde 7 metreye ulaşıyor, mağaranın boyu 52 metreye 23 metre. Maha Alut Viharaya 3., Pachima Viharaya 4. ve Devana Alut Viharaya 5. daha küçük olan mağaralar.
Sri Kailashanadar Hindu Tapınağı (Captain’s Garden Kovil ) – Kolombo
Kolombo’daki en eski Hindu tapınağı. Mahallenin ortasından, masal ülkesinden fırlamış gibi yükselen kulesi ve heykelleri ile kesinlikle görülmesi gereken bir yer. Tapınağın dışı kadar içi de çok renkli. Özellikle sabahın erken saatlerinde tapınaktan çıkan tütsü kokusu tüm mahalleyi sarıyor.
Giriş ücretsiz, Ziyaret saatleri 06:00-10:30 ve 16:30-18:00.
1 comment
Çok muhteşem bir yer umarım bi gün gidip görmek nasip olur