Öncelikle şunu söylemeliyim, Amsterdam kesinlikle tek bir yazıda anlatılabilecek bir şehir değil. Daha önce 3 defa gitmeme rağmen Amsterdam’ı anlatmaya hiç yeltenmemiştim. Nedense çok küçük olduğu halde, sürekli bir şeyler kaçırdığımı hissettiğim bir yer. Her yer birbirine o kadar çok benziyor ki, bende “olamaz sürekli aynı yerde dolaşıyorum” paniğine sebep oluyor sanırım. Ama aslında tatil beklemeden, sadece hafta sonu için bile Amsterdam’a gidilebilir. Biz 12-13 Temmuz’da 2 günde Amsterdam gezilir mi, onu test olmuş olduk. Elbette biraz yorulduk ama sanata, tasarıma, mimariye doyduk, bol bol ilham alıp öyle döndük.
Amsterdam’a Ulaşım ve Konaklama
Eğer Avrupa’da bir yerlerdeyseniz de trene atlayıp 1-2 gün Amsterdam kaçamağı yapabilirsiniz. Daha önce Belçika’dan trenle, Almanya’dan da otobüsle geçmiştim. Hollanda’nın yemyeşil köyleri, Milka reklamından fırlamış gibi inekleri Amsterdam’a ulaşana kadar benzersiz bir manzara sunuyor.
Eğer Türkiye’deyseniz İstanbul – Amsterdam arası direk uçuş yapan 7-8 havayolu seçeneğiniz var, hepsine bakmanızı, avantajlı fiyatı olanı kaçırmamanızı tavsiye ederiz. Biz İstanbul’dan 2 günlüğüne Amsterdam’a KLM’in Cumartesi sabah 06:00’da kalkış, Pazar akşam 20:30’da dönüş alternatifini görünce karar vermiştik, zaman kaybetmeden tam 2 gün 1 gece konaklama gayet mantıklı oldu.
Amsterdam’da Internet
Amsterdam’a yapacağınız seyahatte ilk aklınıza gelen şeyin internet olduğunu biliyorum. Asla yurtdışı konuşma + internet paketi, ya da Amsterdam’dan data card almayı düşünmeyin. Havalimanından, gireceğiniz en küçük cafe’ye kadar her yerde ama her yerde wi-fi var.
Schiphol’den Amsterdam’a Ulaşım
Schiphol şehrin güneyinde, merkeze uzaklığı 17 km. Taksiyle merkezden havalimanı 35-40 Euro tutuyor. Biz sırt çantasıyla gittiğimiz için, giderken çok havalı bir şekilde hemen trene bindik. Tren biletini internetten alırsanız 1 kişi 4 Euro, havalimanında alınca 5 Euro. 15 dakikada Centraal Station’a varmıştık. Şehrin kuzeyindeki bu eski tren garı, güneye yürüye yürüye Amsterdam keşfine başlamak için harika bir nokta. Dönüşte, dayanamayıp satın aldığımız çanta kadar bir Sezar büstümüz olduğu için mecburen taksiye bindik, 35 Euro verdik.
Hayat Kurtaran Four Square harita kullanımı
Öncelikle Four Square’in sosyal medya özelliğinden ve şu an şişip patlamak üzere olan kalitesiz mekan/yorum özelliğinden haz etmediğimi söyleyeyim. Ancak asıl amacına uygun kullanmasam da çok faydalı bir özelliğinden son zamanlarda vazgeçemiyorum. Onur hala alışkanlık olarak Google’da işaretlemeye devam ediyor ama Berlin’de ve Amsterdam’da benim yaptığım Four Square listesini kullandık. Bu özelliği herkes bilip kullanıyor sanıyordum, pek bilinmiyormuş meğer, bu sebeple unutmadan bir anlatayım istedim. Yurtdışına çıkmadan önce evde oturduğunuz yerden size tavsiye edilen ya da gitmek istediğiniz tüm mekânları tek tek Four Square’de aratıp (arama barının altında lokasyon imi var, ona basıp aramayı nerede yapacağınız yazabiliyorsunuz, Berlin’de ara, Amsterdam’da ara gibi.) hepsini tek tek “to do list”e ekle diyorsunuz. Mekânın ne olduğu, açık olduğu saatler, yorumlar, fotoğraflar, haritadaki yeri ile birlikte off-line çalışır halde Four Square’deki “to-do liste” kaydoluyor. En iyi özelliği internete bağlı değilken de GPS’le çalışması. Böylece yurtdışındayken telefonunuz uçak modunda olsa bile, yakında to-do liste eklediğiniz mekânlardan hangi var, açık mı hepsini görüyorsunuz. Diğer haritalarda off-line vaziyetteyken bildiğiniz gibi sadece koyduğunuz yıldızı gösterip, işaretlemişim ama acaba bu neydi demenize sebep oluyor. Bizim hedefimiz daima her şehir için 80-100 yer eklemek, böylece bulunduğumuz hemen her semtte kahve-yemek-tasarım dükkân gibi sık sık aradığımız yerleri yakında bulabiliyoruz. Tavsiye edilen her yere tek tek gitmek mümkün olmuyor ama bulunduğunuz yere yakın tavsiye ne var görebiliyorsunuz ya da bazı yerlerde daha çok mekân işaretlemişseniz özellikle o bölgeye gidiyorsunuz. #bayaiyi bir özellik, kullanmanızı tavsiye ederiz.
Amsterdam Gün 1
Hollanda saati Türkiye’den 1 saat geri. Biz 8:30’da Schiphol’e inmiştik. 09:15’de Centraal tren garıydaydık, sabah saatlerinde her şey çok hızlı. Şehrin kuzeyindeki Centraal Station’dan güneydeki Stedeljik Müzesi’ne yürümek 3,3 km. Yani Taksim’den Nişantaşı kadar bir mesafe içinde her şey. Bizim kaldığımız Crowne Plaza Amsterdam South güneyde, biz ise trenle kuzeyden şehre girdiğimiz için otele check-in ve çanta hafifletmek için gün ortasında uğramaya, o vakte kadar dolanmaya karar verdik. Her yer düz, yokuş yok zaten, kuzey-güney-doğu-batı istediğin kadar sokağa gir çık. Yürümeyi sevmeyenler her istediğinde tramvaya da binebilir ama o esnada çok şey kaçırır, baştan söyleyeyim.
Bu sabah saatinde yürümek ve izlemek dışında hiçbir şey yapmaya, oturup bir şeyler yiyip içmeye gerek yok, esnafın güne hazırlanışını seyretmek o kadar keyifli ki. Biz Centraal’dan ana caddeler Damrak ve Rokin’i takip ederek Muntplein’ye geldik, oradan batıya dönüp Bloemenmarkt yani Çiçek Pazarı boyunca yürüyüp, Koningsplein’ye, sonra da 3 harika kanal geçip Leidseplein’ye geldik. Tüm bunları yaptığımızda saat 10:00 olmamıştı. Bu aralar sneakerla giydiğim ayakkabıdan görünmeyen siyah çoraplar hep kayboluyor nedense. Çorap almak için H&M’e uğramam gerekiyordu, saat 10’a kadar açılmasını bekledik Starbucks’da oradan biliyorum. Starbucks’da internet, instagram ve double espresso macchiato molası verdik.
Daha önce gittiğiniz bir yere, oraya ilk kez giden biriyle gittiğinizde nasıl çeneniz düşer bilirsiniz. İlginç olsun olmasın, şu değişmiş, bu dükkân yeni açılmış, aaa bu kapanmış, şu yeniymiş… Onur’un kafasını şişirdiğime eminim. En büyük hayal kırıklığını Australian Homemade’in kapanmış olmasıyla yaşıyorum.
Amsterdam’ı ilk kez yaz ayında görüyorum. Bu harika Cumartesi sabahında saat ilerledikçe, daha önce hiç görmediğim bir tekne ve bisiklet trafiği var. Elbette yaz – kış kanalda tekneler, yollarda bisiklet Amsterdam denince gözümüzde canlanan imgeler ama kış aylarında gördüğünüz tekne ve bisiklet trafiğini 10’la çarpın, herkes sokakta. Bisiklete kırmızı ışık yandığında bisiklet şeridinde bekleyen bisiklet sayısı 50-60’a çıkıyor, istila gibi görünüyor. Kanalda tekneler ileri geri birbirine yol veriyor. Sanki tüm Avrupa hafta sonu için Amsterdam’a gelmiş. Sabah 10’da sokakta içki içenler tabiki turistler, spor yapanlar ise Amsterdamlılar.
Leidseplein’deyken Four Square’de hazırladığımız to do list’e bakıyorum, Elif’in önerdiği dekorasyon – tasarım mağazası The Frozen Fountain bize çok yakın. Biz Bywonderland için yeni olan her şeyi internette takip ettiğimiz için, fiziksel olarak yeni bir şeye mağazalarda rastlama şansımızı uzun zaman önce kaybettik, ama bu mağazanın fazlasıyla ilham verici olduğunu söylemeliyim. Her şeyden önce üzerinden “lütfen oturmayın” uyarısı asılı bir sandalyenin etiketinde gördüğünüz 15bin Euro fiyat sarsılmanıza, tasarıma olan öz saygınızı hatırlamanıza sebep oluyor.
Bu aşağıdaki videoyu Leidseplein’den The Frozen Fountain mağazasına yürürken çektik.
Prinsengracht üzerinden Rijksmuseum doğru ilerledik. Jetset Art sanat galerisindeki hippo ve gergedanları görünce gözlerimiz bayram etti. Rijksmuseum restorasyonunun tamamlanması sadece müzeyi değil, müzenin çevresini de inanılmaz şekilde olumlu etkilemiş. SimCity oyunu gibi, Rijksmuseum’un altındaki tünel açılınca, şehrin bu tarafındaki trafik artmış, her şey ekstra güzelleşmiş.
Museumburg köprüsünde Rijksmuseum manzaralı bir fotoğraf molası verdikten sonra, Weteringschans üzerinden doğuya devam ettik. Bizim için bu cadde köşedeki Famous tasarım ürünler ve sanat atölyesi ile başlıyor. Famous mağazasındaki çağdaş sanat objelerine, resimlere ve kitaplara göz atıp, burada bir ilham molası vermenizi tavsiye ederiz.
Caddedede Photostorming ve Cizenbayan’ın önerdiği Cafe Brench’in (sabahları açık değil) önünden geçip Ferdinand Bolstraat’da yürümeye başladık. Saat artık öğlen olmuştu, otele gidip check-in yapalım dedik ama bu cadde üzerindeki 3 dükkân bizi durdurdu.
1 – Muhtemelen aradığınız her plağı bulabileceğiniz Record Mania
2- Coffee Company’de kahve ve elmalı turta molası. Onur Amsterdam’daki kahvecilerden bahsederken Coffee Company’den bahseder diye düşünüyordum ama zincir olduğu için yer vermemiş. Kahvesi, tatlıları çok başarılı. İnterneti hızlı ve ortamı sıcak. Rastladığınızda tereddüt etmeden girebileceğiniz bir mekân. Üstelik henüz açılmamış bir başka tavsiye edilen mekân Cafe de Pijp’in tam karşında.
3- Buitengewoon; gördüğüm anda vurulduğum ve “noolur alalım” diye Onur’a yavru kedi gibi bakmama sebep olan Sezar büstünün de bulunduğu antikacı – dekorasyoncu. Bu dükkân için melez diyebiliriz, her şey gerçek değil, değerli değil ama antika veya mermer olduğu için normalde çok pahalı ve taşınması imkansız olan parçaların iyi ve hafif malzemeden yapılmış taklitlerini bulabilirsiniz. İçeride 50Euro’dan 5000 Euro’ya çok çeşit ve kalitede ürün var. Bizim aldığımız Sezar 65Euro’ydu, kelepir sayılır!
Bu caddeye Cafe Brecht ve Cafe Pijps’in açık olduğu saatlerde ayrıca gelmeye karar veriyoruz. Artık kucağımızda nur topu gibi bir Sezar heykelimiz de olduğundan otele gitmek için hemen bir taksiye atlıyoruz. Crowne Plaza’da daha önce kalmıştım, çok şık olduklarını biliyordum zaten. Ama Crowne Plaza Amsterdam South sadece şık değil, aynı zamanda hip diyebileceğim bir tarzdaydı. Aydınlatma, müzik, koridorlar her şey çok minimal ve rahatlatıcı. Odayı Sezar’a bıraktık, çantadan kıyafetleri ve kozmetikleri çıkarıp hafifledik.
Amsterdam turumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Taksiye 10 Euro ödeyip Waterloopleinmarkt’da indik. 10 yıl önce bu bitpazarına ilk geldiğimde her şeye dokunup, almak istiyordum. Ama artık gözlerim ilginç bir şey görmekte zorlanıyor. Son 10 yılda 30’dan fazla bitpazarı gezince aslında bitpazarında satılan bazı şeylerin gerçekten eski olmadığını, hepsine bir toptancıdan dağıldığını anlıyorsunuz. Sevdiğimiz şeyleri az az yapıp tüketmemek lazım aslında. Yine de girişteki nefis kokulara dayanamayıp aldığımız külahta patates kızartmasını yiyerek dolaşıyoruz içeride. Sata sata malları bitirmişler, sıra 2000’lerde kullanılan cep telefonlarına gelmiş.
Waterlooplein’den Nieuwmarkt’a yürüyoruz. Sokaklardaki enerji artıyor, kahkahaların desibeli yükseliyor. Akşam yemeğine rezervasyon yapmak için kapıdan uğramayı planladığım Cafe Bern’in tadilatta olmasıyla bir kez daha yıkılıyorum. Daha önce 3 defa yemek yediğim bu harika İsviçre restoranı benim Amsterdam’da yemek denince ilk aklımda canlanan yer. Antrikot, kırmızı şarap, fondü, sıcak çikolata hepsi buharlaşıp hayal oldu. Onur’a Cafe Bern’de harika bir akşam yemeği tattıramayacağım için çok üzüldüm ama siz giderseniz aklınızda olsun, 10 Ağustos’ta yeniden açılıyor.
Nieuwmarkt’dan Zeedijk Sokağı boyunca yukarı yürüyoruz. Bu sokakta sağlı sollu muhteşem dükkânlar, cafeler, barlar, fırınlardan yükselen kokular baş döndürüyor. Köprünün üstünde kanala baktığımızda gördüğümüz tekne trafiği baş döndürüyor. Standart bir tekne trafiği değil bu, baya geçit töreni gibi, dar alanda kim daha iyi partiliyor, daha çok kahkaha atıyor, daha iyi barbekü yapıyor gibi bir yarış. Köşede baya ön sıradan Amsterdam’ı izlemek isterseniz Olivar konumu mükemmel (Oudezijds Voorburgwal 10) . Gündüz yemek servisi yok, sadece içecek. Instagram’a birkaç fotoğraf yüklemek, kanaldaki tekneleri izlemek için harika bir mola oldu.
Red Light bölgesi son birkaç yıl içinde müthiş bir değişime uğramış. Gündüz camlarda hayat kadını görmek neredeyse imkânsızdı. Zaten sokaklar çoluk, çocuk insan taşıyor. Yeni ve harika cafeler açılmış. Geçen sene açılan Quartier Putain ve Megalodon’dan Onur “Amsterdam Kahve Molası” yazısında ayrıca bahsetti. Sırf bu iki dükkân sebebiyle Red Light District’e olan bakışım tamamen değişti.
Sonrasında tüm dükkânlar kapanana kadar 9 Straatjes’de dolanıp, Leidseplein’ye bu defa başka yoldan gidelim derken, Amsterdam yaşayan arkadaşımız İlker’in önerdiği Walem’e (Keizersgracht 449 ) denk geliyoruz. Daha doğrusu kanalın karşısından gelen kahkaha ve sohbet seslerini duyunca kendimizi oraya yürürken buluyoruz. Tek küçük bir hata var, hemen yanındaki Morlang’i farketmemişiz ve garson bize kanalın hemen yanında yer ayarladığında yanlışlıkla Morlang’e oturuyoruz. Pişman mıyız, kesinlikle hayır, acayip lezzetli bir akşam yemeği yiyoruz. Walem nasıldı diye merak etmiyor değiliz. Akşam olduğunda güneş hala batmamıştı. Biz sabah 3’te kalmanın ve tüm gün sokaklarda yürümenin acısını otelimizde dinlenerek çıkartmaya karar veriyoruz.
Amsterdam Gün 2
Van Gogh Müzesi, Stedeljik Müzesi ve Rijksmuesum. Bugün Museumplein’deki 3 müze hakkıyla gezilecek. Vakit kalırsa Vondelpark’ta çimlerin üzerinde Pazar keyfi yapılacak, daha da vakit kalırsa Cafe Brecht ve Cafe de Pijp’e bir şeyler yenip içilecek. Sonra da uçağa yetişilecek. Hazırsak başlıyoruz :) Bu 3 harika müzeyi, ilerleyen günlerde tıpkı Orsay Müzesi’ni anlattığım gibi, top 20 resim listesiyle birlikte ayrıca anlatacağım.
Van Gogh Müzesi
Her gün saat 09.00’da açılıyor, akşam 18.00’de kapanıyor. Her Cuma müze gecesi, 22.00’ye kadar açık, Temmuz ve Ağustos’ta ise Cumartesi geceleri 21.00’e kadar açık. Giriş 15 Euro.
Van Gogh’u ne kadar çok seviyorsam, bu Van Gogh Müzesi’ni bir o kadar sevmiyorum. 1973’de açılan bu yeni nesil mimari bence yakışmıyor Van Gogh’a, soğuk, çok şehirli. Van Gogh gibi kırsala aşık bir dâhinin ne ruhuna, ne resimlerini taşıyamıyor burası. Üstüne üstlük tam da Rijksmuseum’un yıllardır süren inşaatı bitmiş, Stedeljik tüm ihtişamı ile açılmış müze bölgesinde ortam harika olacak derken Van Gogh Müzesi yaptırdığı yeni müze girişi inşaatı ile ortamı yine toza bulamış. Benim tavsiyem (biz de öyle yaptık), bilet kuyruğuna kalmadan saat 09.00’da Van Gogh Müzesi kapısında olmak. 15’er Euro bilet ücreti ödedik ve hiç beklemeden içeri girdik. İnternetten alırsanız bilet yine 15 Euro, kalabalık saatlere kalacaksanız on-line bilet almak daha mantıklı tabi. Cafe bölümü çok büyük, kahvaltı için çeşit çok. Sıcacık bademli çörekler ve kahve ile hızlı bir kahvaltı yapıp, wi-fi’a bağlanıp Van Gogh resimlerini keşfe dalabilirsiniz.
Yakında Van Gogh Müzesi’nde olup Gunde1Resim.com’da yer verdiğim resimleri Bayaiyi için yeniden derleyeceğim. Benim için Vincent Van Gogh’dan Self-Portrait with Felt Hat (1888), The Bedroom (1888), Trees and Undergrowth (1887), Wheatfield with Crows (1890), The Yellow House (1888), The Courtesan (1887) ve Almond Blossom (1890), Paul Gauguin’den Van Gogh Painting Sunflowers (1888), Emile Bernard’dan Self-portrait with portrait of Paul Gauguin (1888) ve Jules Breton’dan Young Pleasant Girl with a Hoe (1882) resimlerine özellikle bakmayı unutmayın. Bu arada bir not içeride fotoğraf çekmek yasak.
Stedeljik Müzesi
Her gün saat 10.00’da açılıyor, akşam 18.00’de kapanıyor. Her Perşembe müze gecesi, 22.00’ye kadar açık. Giriş 15 Euro.
Van Gogh ve Rijksmuseum’u daha önce 3’er kez ziyaret etmiştim ama bu benim ilk Stedeljik ziyafetim. Çünkü müze yangın yönetmeliğine uygun olmadığı için 2004’te kapatılmıştı ve eksi posta binasına geçici olarak taşınmıştı. Amsterdam’ın Modern Sanat ve Çağdaş Sanat konusundaki tapınağını geçici binasında ben bile ziyaret etmemişim düşünün, çok ayıp. Müzenin yıllık ziyaretçi sayısı 150 binlere kadar düşmüştü ki 2012 Eylül’de orijinal binasında yeniden açılmasıyla ilk 12 ayda 750 bin ziyaretçiye ulaşarak eski ihtişamına geri döndü. 1895’te açılan müzesinin orijinal binasını Paulus Potterstraat tarafından en iyi şekilde görebiliyorsunuz.
Binanın Museumplein kısmındaki park alanına bakan kısmına modern bir ekleme var. Binaya girer girmez yeni eklenen kısmı ve eski orijinal binayı görüp birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Bana çok ihtişamlı ve çok şık geldi, içeride gezmek de çok keyifli. Müzenin dükkânı tasarım dükkânı gibi zaten, almak istediğim bir sürü porselen ev eşyası vardı ama hakkımı Sezar büstü ile kat be kat doldurmuştum maalesef. Müzenin üst kattaki cafesi bir o kadar keyifli. Lime & Ginger aromalı ice tea BOS özellikle tavsiye ederim, tasarımını ve tadını çok beğendik. Masum bir elmalı turta siparişinize “krema ister misiniz” diye sorarlarsa “evet” diye cevaplayın, tam olsun.
Stedeljik Müzesi’ne de detaylıca ayrıca yer vereceğim ama ne var ne yok yukarıdaki video biraz ipucu verecektir. Marc Chagall, Piet Mondriaan, Wassily Kandinsky, Ernst Ludwig Kirchner, Franz Marc, Pablo Picasso,Jackson Pollock, Charley Troorop, Andy Warhol, Karel Appel, Max Beckmann, Gustave Courbet, Paul Cezanne, Kees van Dongen, William de Kooning, Roy Lichtenstein, Fernand Leger, Kazimir Malevich, Henri Matisse ve Paul Klee resimlerini görebileceğiniz dâhilerden.
Rijksmuseum
Her gün saat 09:00’da açılıyor, akşam 17:00’de kapanıyor. Giriş 15 Euro. 1 Kasım’da Philips kanadı açılıyor, giriş 17,5 Euro olacak.
Rijskmuseum’un muhteşem bahçesini mi anlatsam, yoksa bugüne kadar Rijksmuseum’u gezdiğim konusunda aldanmamdan mı bahsetsem. Tadilatta olduğu yaklaşık 10 sene boyunca meğer şehir ne kadar farklıymış. Düşünsenize 1800 yılından beri bu müze bu şehrin kapısı gibi. Müzenin Philips kanadına yan kapıdan girip, minicik bir alanda sanki bir apartman dairesinde gibi bir alanda yaklaşık 400 kadar resmi gezip çıkıyorduk. Şimdi ise müze koleksiyonunun tamamını görmek dahi imkânsız, milyona yakın sanat eseri var içeride. Bina sizi yutuyor adeta. Resim yerine çoğu zaman binanın mimarisini gözlerken bulabilirsiniz kendinizi. Bahçesi ise her gün 09.00’dan 18:00’e kadar açık, giriş ücretsiz ek olarak 5 Ekim 2014’e kadar Alexander Calder’in heykelleri sergileniyor bahçede. Müzenin restoranı nefis, bilet almadan restorana girip çıkabiliyorsunuz, bu sebeple içeride fazlasıyla Amsterdamlı da vakit geçiriyor. Rijskmuseum tadilatı tamamlanınca “I Amsterdam” harflerinin de yeri değişmiş, havuz, harfler ve arkada Rijskmuseum harika bir fotoğraf oluşturuyor. Tam da bu harika yerde sokak şovuna denk geldik, çok eğlenceliydi. Yaklaşık 3 dakikalık performanslarını Bayaiyi youtube sayfasına yükledik, izlemek isterseniz tıklayın.
Rembrandt’dan ve Rembrandt’ın Rijksmuseum’daki şaheserlerinden daha önce bahsetmiştim. Üzerinde bir de Vermeer’in 4 şaheseri The Milkmaid, The Love Letter, View of Houses in Delft ve Woman Reading a Letter görürseniz, cila olarak da Jan Asselijn’in çarpıcı The Threatened Swan resmi önünde birkaç dakika geçirirseniz gözleriniz bayram edecektir. Bu kuğu resmi Onur’u en çok etkileyen resim oldu.
Bu video Rijksmuseum Bahçesi’nden
3 müzeyi bitirdiğimizde saat 15:00 olmuştu. Vakit kaybetmeden Beans & Bagels’dan kahve ve bagel paket alıp Vondelpark’a yürüdük. Bu parkta tek başıma yürüdüğüm kış günleri de olmuştu. Şu an her yer cıvıl cıvıl, herkes mutlu, herkes huzurlu sanki. En ufak bir gürültü yok, mutluluğun huzur veren sesi var sadece. Çimlerde oturup mini pikniğimizi yaptıktan sonra Amsterdam’ın Champ Elysee’si gibi olan P.C Hooftstraat caddesi üzerinden dükkanlara bakınarak Leidseplein’e çıktık.
Sonra pek tabi plana uygun olarak yine o bayıldığımız Weteringschans Caddesi üzerinden Cafe Brecht’e yürüdük. Ortam muhteşem. Ancak hem o akşamki Dünya Kupası finaline hazırlık hem de havalandırmanın bozulması sebebiyle içerisi fena halde bunaltıcıydı. Bizim keyfimiz yerindeydi ama o kadar kibarlar ki havasız ortam sebebiyle bizden özür dilediler. Bu mekâna bir de kış ayında gelmek lazım diyerek ayrıldık. Sonra Cumartesi sabahına tekrar yaşar gibi Ferdinand Bolstraat’a girip Cafe de Pijp’e giriyoruz. Evet şimdi tüm cafe/barlar açık ama biz uçağa gitmek zorundayız. Ağlayabilir miyim?
Sırtımızda NiYO çantalarımız, kucağımızda çanta kadar Sezar Büstü Schiphol’de bizi gören oldu mu acaba?
Onur’un yazdığı Amsterdam Kahve Molası yazısını okumayı unutmayın :)
2 comments
Gercekten haftaya gidicegim gezi icin cok yararli olucaktir. Cok tesekkurler
Off! Benim olsun!