Hava yanımızdan akıp giderken biz akımın tam ters istikametinde yolumuza devam ediyoruz. Kafasını camdan çıkarıp tüm gezegeni yalamak isteyen köpeğin heyecanı üzerimde. Şehire bulanmış insan silüetlerinin aynılığını burada görmek imkansız. Ve bir imkansızın, imkansız olarak kalmasını dilemenin verdiği rahatlık. Yanımızdan ağaçlar geçiyor, çocuklar el sallıyor, çocuklar ağaçlara sarılıyor. Ucsuz bucaksız otlakların üzerinde büyük lekeler gibi duruyor sığır sürüleri. Peşinde bir Masaili çoban, üstünde masmavi gökyüzü. Afrika’nın bir gezegen olduğunu unutmuşum. Haritada görünce hep kıta gibi geliyor. Ama yaklaştıkça aslında dünyanın burası olduğunu farkediyorsunuz. Evrende bir konsey varsa ve gezegenleri de haritalandırıyorsa dünyanın başkenti olarak Afrika işaretlidir diye düşünüyorum. Diğer yerlerde yaşam yok, hastalıklıdır diye not bile düşülmüş olabilir.
Araçla yola çıktığımızın üzerinden 5 saat geçti, daha da bir 5 saat vardır. Belki de yoktur. bunu düşünemeyecek kadar yorgunum. Vücudumun üzerine binen atmosfer basıncından da ücret alınacak mı diye düşünüyorum. Zira buradaki en pahalı şeylerden biri havaalanı transferleri. İstanbul’dan Kilimanjaro’ya inince Serengeti Milli Parkı’na gitmek için önünüzde iki seçenek var. Bir (ki bu seçenek uçak korkusu olan benim için seçenek bile değil ama , seçenek olarak görenler olabilir diye yazmak istedim ) önce Kilimanjaro’dan Arusha’ya taksi ile gitmek. Arusha Havalimanı’ndan da yerel havayolu şirketlerinden birinin bilmem kaç sefer sayılı uçağı ile Serengeti Milli Parkı içindeki havaalanımsı düzlüğe inmek. Uçuş süreleri uçak modellerine göre değişiyor (burada bahsettiğim uçaklar benim pır pır dediğim tek pervaneli uçaklar ). Bazı uçuşlar 2 saat sürerken bazı uçuşlar 1 saat 20 dakika civarında. Gidiş için en ucuz bilet ise 200 dolar. İlk uçuş saati sabah 7-8 gibi başlıyor ama burada da bir sürpriz sizi bekliyor. İstanbul Kilimanjaro uçağı saat 1:30 da havaalanında oluyor. Sizin bavullarınız ile kucaklaşmanız, girişte vize almanız ve havalimanı ile vedalaşmanız maksimum 1 saat sürüyor. Kilimanjaro ile Arusha arası ise yolda çalışma yoksa (ki yok olduğu zaman yokmuş) 35 dakika, varsa 65 dakika sürüyormuş. biz 65 dakikalık kısmını deneyimledik. Dolayısıyla saat 3:30 bilemediniz 3:50’de Arusha’da oluyorsunuz. Ve bu olmanızdan kimsenin haberi olmuyor dolayısıyla. Her yer kapalı, marketler, kafeler, pırpır uçakları ile Arusha Havaalanı, vs. mecburen bir otelde ya da pansiyonda konaklamanız gerekiyor. Hatırlatmakta fayda var, Arusha’da otel pansiyon arası bir çizginin olmadığını. Geceliği de öyle kalite fiyat parelelinde düşündüğünüzde hiç de ucuz değil. Kalınabilir bir yerde oda fiyatı iki kişi için 60 dolar. 4-5 saat bir yerde konakladıktan sonra ilk uçuşa yetişmek için havalimanına gidebiliyorsunuz. Coastal, Regina gibi yerel havayollarının Serengeti’ye uçuşları tarihine göre 200-280 dolara arası değişiyor. Planladığınız gün için alacağınız uçak bileti fiyatını ve sefer saatlerini buradan görebilirsiniz: flyezee.com . İki kişi olarak bu seyahate çıkacaksanız pırpır da olsa uçak en hızlı ve makul çözüm.
İkinci seçencek ise road trip, yani Kilimanjaro’dan Serengeti’ye doğru yaklaşık 8-9 saat sürecek bir jip yolculuğu. Eğleceli kısmı ise bunun uzunca bir safari kıvamında olması. Özellikle de bu yolculukta 2 kişiden fazlaysanız maliyeti uçak ile ulaşımdan ucuza geliyor. Araçlar en fazla 5 kişi alıyor. Ve 1 kişi de olsa 5 kişi de olsa transfer ücreti aynı, biz 4 kişi için Kilimanjaro – Serengeti gidiş dönüş 1000 USD ödedik. Serengeti Milli Parkı’na giden yol önce Ngorongoro Milli Parkı’ndan geçiyor. Biz yoldan gitmeyi tercih ettiğimiz için Ngorongoro Milli Parkı’nı da görmüş olduk. Araçla gidince Ngorongoro kişi başı park giriş ücreti olan 50 USD’yi de ödüyorsunuz, 4 kişi olduğumuz için gidişte 200USD, dönüşte 200 USD ek ödeme yaptık. Toplam transfer ücreti 1400 USD oldu. Araçla da gitseniz, uçakla da gitseniz ek olarak Serengeti’de konakladığınız her gece için de kişi başı 60 USD ödemek gerekiyor. Ödediğimiz Milli Park giriş ücretleri bu parkların korunması için son derece önemli bir kaynak, doğal hayatın korunması için Afrika sevenlerin ödediği katkı payı olarak da düşünebilirsiniz.
Ngorongoro Milli Parkı kapı açılış saati 06:00. Gece yolculuk yapmak ya da parkın kapısında açılmasını beklemek tavsiye edilmiyor. Biz rehberimizin tavsiyesi ile Kilimanjaro’dan hemen Arusha’ya gittik ve bir otelde 3-4 saat uyuduk. Sabahın ilk ışıkları ile de yola çıktık. Böylece yolculuk boyunca az da olsa enerji depoladık.
Ngorongoro (Svahili dilinde siyah taş, kaya gibi bir anlamı var) Milli Parkı’na kadar asfalt olan yol, sonrasında toprak yol olarak devam ediyor. Dolayısıyla sarsıntılı bir 5 saate hazır olun. Ngorongoro Milli Parkı içindeki seyir terasının yanından geçerken mola veriyoruz. Kraterin en üstünden aşağıya doğru inen bulutları izlemek inanılmaz manzaralardan sadece bir tanesi. Aşağıdaki gnu sürüleri (wild beast) az da olsa seçiliyor. Küme küme tüm alana yayılmışlar. Buradan bakınca sanki uzaydan bakıyormuş hissi veriyor her şey. Kısa molamızın ardından kırmızı toprak yolda, sislerin içine gömülmüş ormanın derinliklerine doğru ilerliyoruz. Krater’in en yüksek yeri bölgenin de en serin yeri. Doğal klimanın her daim açık olduğu tshirt üzerine bir hırkanın da ne güzel yakışacağını düşündüren ender yerlerden.
Bu serinliğin içinde 10 dakika ilerliyoruz. Ve aşağılara doğru inmeye başlayınca sıcaklık da eski haline geliyor yavaş yavaş. Kırmızı toprağın rengi artık sarıya dönüyor, güneş yavaş yavaş başımızın üzerine yerleşirken her şeyin bir toz bulutundan başladığını hatırlatırcasına Toyoto Land Cruiser’ın lastiklerinden fışkıran tozlar yükselmeye devam ediyor. Hava mavi, gezegen Afrika.
Camı her açtığımda arabanın içine giren toz bulutları, diğer pencereden geldiği gibi niye çıkmaz hep düşünürüm. Acaba gidecekleri başka bir yer var da kısa yoldan bizimle mi gelmek istiyorlar. Galiba arabaya binince de vazgeçiyorlar. Bu kadar tozun arabaya nereden bindiği, nerede indiği hep bir muamma.
Jip’in sarsıntılarını yorgunluktan beşik gibi algılamaya başlıyorum. Gözlerin yavaş yavaş kapandığı anlar oluyor. Ama o esnada yanınızdan öyle bir manzara geçiyor ki uyku, mahmurluk, yorgunluk kayboluyor. Sahnenin heyecanına kaptırıp kendimi, elimde fotoğraf makinası belki bir anı durdururum diye izliyorum olup bitenleri. Çalıdan yapılmış küçük küçük köylerin yanından devam ediyoruz yola. Çalı evlerin içinden insanlar çıkıyor, yolda hep bir yürüyüş halinde olan insanlar, geçiyorlar yanımızdan. Oradan buraya , buradan hemen şuraya sürekli yürüyorlar. Yanlarında bazen iki üç hayvan oluyor, bazen de su taşıyan dört beş kişi. Ama yürüyüşleri yol boyunca devam ediyor, ve sizi her gördüklerinde durup el sallıyorlar.
Transfer aracımızın şöförü Anderson aynı zamanda yolculuk süresince rehberimiz de. Arada bir Türkiye hakkında sorular soruyor. Cevaplıyoruz, bembeyaz dişleri diş macunu reklamından fırlamış gibi. Ona bakınca burada diş macunu reklamında oynayacak ne kadar çok insan olduğunu fark ediyorum. Aklımın bir köşesinden kahve içmek geçiyor, ve gidiyor. Ngorongoro Milli Parkı çıkışına doğru yol o kadar engebeli olmaya başlıyor ki aklınızdan geçen bir şeyin sarsıntıdan aklınızda kalması imkansız. Acıkmaya başlıyoruz, rehberimizde farkediyor, birazdan mola vereceğiz sabredin diyor.
[envira-gallery id=”3093″]Yolda iki üç defa hediyelik eşya dükkanında duraklıyoruz. Hem kısa mola oluyor, hem de etrafa bakınıyoruz. Tahtadan yapılmış el oyması hayvan figürleri, Masaili insan figürleri ve yine el boyaması resimler ile dolu bir kiler burası. Üzeri muz yaprakları kaplı bir çatı, etrafı dallarla çevrili dikdörtgen şeklindeki dükkanların içi, koridor oluşturan ahşap raflardan oluşuyor. Tozun içeriye kalıcı yerleştiği her halinden çok belli. İnce yapılı suratının tam ortasındaki bembeyaz gülüşüyle sen ne kadar verirsin diyor. Gömleğinin üzerindeki desenleri incelerken buluyorum kendimi. İç içe geçmiş yapraklar arasına sıkışmış renkli geometrik şekiller. Güneş vurdukça daha da parlıyor renkler. Tekrarlıyor, elinde tutuğu aslan çizimini gözlerimle aynı hizaya getirene kadar kaldırıyor, sen ne kadar verirsin?
Tanzanya’da özellikle yol kenarı alışverişlerinde 1/3 kuralı var. Söylenen fiyatın 3’te birini ödeyebileceğinizi söyleyerek kısa bir pazarlık aşamasından geçtikten sonra alışverişi tamamlıyorsunuz.
Serengeti Milli Park girişini görününce, heyecanlanıyorum. Eski bir dostu görünce sevinçle karışık oluşan heyecan gibi. O kadar uzun zamandır görüşmemişiniz ki ya konuşacak çok şeyiniz var ya da ne konuşacağınızı bilmediğiniz o an. Anderson aracı bir hamlede park ediyor. Yoldan aldığı paket yemekleri bize veriyor. Tam araçtan ayrılacakken kapıları kilitlemedin diye uyarıyoruz Anderson’u, gülerek bakıyor, gerek yok diyor, burada araçlar kapı kitlemez, merak etmeyin bir şey olmaz. Bülent Ortaçgil’in şarkısı geliyor aklıma, aklımdan devam ediyorum “olmadı da bu zamanda kadar, yine olmaz” . Emin misin der gibi bir mimik yapıyorum, ama şimdi yap deseniz yapamam. Ama o anlıyor yine gülümseyerek, siz yemeğinizi yiyin ben park ücretlerini halledip geliyorum diyor. Biz de park girişinin hemen yanındaki oturma alanına geçiyoruz. Anderson park ücretlerini öderken, biz de hızlıca öğle yemeği paketlerini açıyoruz. Etrafımızda kuşlar, kertenkeleler, tarla fareleri diğer insanların açtığı paketlerdeki arta kalanları paylaşıyor. Hayvanları beslemek yasak , park görevlileri de bu konuda çok ciddiler, herkesi uyarıyor. Ama hayvanların kendi beslenmeleri serbest. Onlar bir yolunu bulup alacaklarını alıyorlar.
Park girişi aynı zamanda diğer araçlar için safari başlangıcı. Her milletten insan bir köşede ya yemek yiyor, ya marketten bir şeyler alıyor ya da giriş ücreti kuyruğunda. Aynı zamanda şehirlerarası ulaşımı sağlayan otobüsler de burada mola veriyor. Etraf birden kalabalıklaşıyor, yemeklerini bitirenler, gölgede serinleyenler yavaş yavaş ufak meydana doğru geliyor. Arushaya giden bir halk otobüsü kalkmak üzere. Otobüs bizim geldiğimiz yöne doğru ilerlerken, biz Serengeti kapısından geçip devam ediyoruz.
Serengeti Milli Parkı içinde ilerlerken araç sayısı çoğalmaya başlıyor. Artık dünya üzerindeki en büyük hayvan krallığının topraklarındayız. Kuralların değiştiği bu yeni dünyada araçlar içine sığınmış insan sürüleriyiz. Etrafta özgürce akıp giden hayatı izliyoruz camdan. Kural 1, ne olursa olsun aracın kapısını açma.
Toprak yolun hemen solunda, otlakların arasından küçük bir tepe gibi yükselen kayalıkları gösteriyor rehberimiz. Kayalıkların yanında 3-4 jip duruyor. Sanırım aslanlar var diyor Anderson. Ana yolu bırakıp daha dar bir yoldan tepeye doğru ilerliyoruz. Kayalıkların üzerindeki çalıların arasına uzanmış 3 genç erkek aslan. Yeleleri daha gürleşmemiş. Öğle sıcağına aldırış etmeden sere serpe uzanmışlar. Genç aslanlar kendi sürüleri olana kadar beraber dolaşıyorlar. Böylece hayatta kalma şansları daha çok artıyor. Ve sadece bu dönemde birlikte avlanıyorlar. Kendi sürülerinin lideri olduklarında ise avlanma işi artık dişi aslanların.
Vahşi yaşam belgeselini televizyondan değil de vizörden izliyoruz. Parmağımız hep deklanşörde, kendi belgeselimizin yönetmeniyiz.
Yolculuğun bitiş çizgisine doğru yavaş yavaş ilerlerken yanımızdan geçen fil ailesinin yakınlığı ile heyecanlanıyoruz. Cama yapışıp izliyoruz sadece. Kural 2: Ses çıkarma.
Filler için sıradan bir gün, yapılacaklar listesinde yenilecek tonlarca ot ve içilecek litrelerce su var. Biz bu işlerden tonlarca ot kısmına denk geldik an itibari ile. Bizi tehlike olarak görmediği için çok sakin. Yemeğini yerken ayaklarının arasından çıkan yavru fil meraklı gözlerle önce bizi süzüyor, sonra o da yemeğine geri dönüyor. Hava yavaştan dayanılmaz sıcaklığına ulaşmak üzereyken rehberimiz gideceğimiz yere 45 dakikalık yolumuzun kaldığını söylüyor. Koltuk ile sırtım arasındaki mesafeyi biraz daha ayırıp öne doğru eğiliyorum. Biraz daha bu şekilde dursaydım artık koltuk ile birlikte araçtan inmek zorunda kalabilirdim. Yolculuğun sonlarına doğru boyundan aşağısı koltuğa yapışmaya başlıyor.
Serengeti’nin neresindeyiz bilmiyorum, yol giderek ağaç ve çalılarla sarılmaya başlıyor. Anderson bir ağacın üzerinde asılı mavi siyah renkteki bayrak gibi duran bez parçasını gösteriyor. Geldik diyor. biraz ilerle bir bez paçası daha ve yine ağaçların çevrelediği bir giriş.
Four Seasons Serengeti Safari Lodge hem doğanın içinde kaybolan mimarisi hem de yaşattığı deneyim olarak gördüğüm en iyi üç otelden biri.
Kapıda bizi hiç eksik olmayan gülümsemeleri ile Masaili görevliler karşılıyor.
İnce ama kaslı bacaklarının hemen üzerinden başlayan, kırmızı mavi çizgili şallar tüm vücutlarını kaplıyor. Tokalaşmak için elimi uzatıyorum, tüm elimi kavrıyor gülerek hoş geldiniz diyor. Serengeti bizim için şimdi başlıyor.
Burada insanlar ile vahşi hayvanlar arasındaki güvenli bölgeyi Masaili korucular sağlıyor. Otelin etrafında hayvanların girmesi engelleyecek bir çit ya da duvar yok. Her yer açık o sebeple otelde belli bir saatten sonra, özellikle bazı yerlerde, yanınızda size eşlik eden bir görevli olmadan dolaşmanız önerilmiyor. Hatta otele giriş sırasında bununla ilgili bir belge imzalıyorsunuz.
Kısa bir sohbet sonrası odalara yerleşmeden önce otelin Serengeti’ye açılan o meşhur havuzuna bakıyoruz. Fillerin havuzun hemen önündeki su birikintisine, su içmek için gelmelerini izlemek rüya gibi. Odalara doğru geçerken lobi kısmından ayrılıyoruz. Döner merdivenden aşağıya doğru inerken üstü açık çatıdan gelen rüzgar bizimle birlikte dönerek aşağıya iniyor. Merdivenlerden iner inmez başka bir Masaili karşılıyor bizi, odalarımıza kadar eşlik ediyor. Tahta bir köprü gibi yükseltilmiş platformdan yürümeye devam ediyoruz. Platformun altı uzun çitler ile kapalı. Vahşi hayvanların gece olunca otelin iç kısımlarına girmesini engellemek için bu şekilde yapılmış. Bir de tüm gece etrafta devriye gezen Masaili koruyucuları unutmamak lazım. Tabi bunları öğrenince insanın aklına tek soru geliyor? Bu zamana kadar bir saldırı olmuş mu?
Yanıt ise gülerek cevaplanıyor “biz varken olmaz”. Burada yaşayan Masailerin hayvanlara yaklaşımı bize hiç benzemiyor. Onlar vahşi hayvanlardan korkmuyorlar, kendilerini tüm vahşi yaşamın koruyucuları olarak görüyorlar.
Tahta köprüden, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi uzanan ağaçların arasından devam ediyoruz. Biz sola doğru dönüp basamaklardan aşağıya iniyoruz, bir koridora çıkıyoruz. Koridorun bir tarafı köprünün altındaki yeşil alana doğru gidiyor. “Hava kararınca bu tarafa inmenizi çok tavsiye etmem diyor” yine hafif bir tebessümle. “Böcek ve yılan olabilir, onlar çitleri çok dikkate almıyor” diye ekliyor.
Odanın kapısı doğruca Serengeti’nin düzlüklülerine açılıyor, manzara karşısında ne kadar şanslı olduğumuzu hissediyoruz. Zeminden yaklaşık 1 metre yükseklikteki balkonda durup manzarayı izliyoruz. Yine su içmek için gelen fillerin balkonun hemen yanından geçmesi çok kelimeler ile anlatılabilecek bir duygu değil.
Karşıdaki tepelerden balkonun önüne kadar uzanan düzlüğün verdiği sonsuzluk hissi. Sonunu gördüğün bir manzaranın verdiği bu sonsuzluk hissini sadece Afrika’da hissettim. Daha önce de böyle olmuştu. 6 sene sonra tekrar buraya ayak basınca da aynı his ile merhabalaştık.
Saat sabahın altısı, ve güne uyanırken size eşlik eden bilmediğiniz bir dolu ses. Odanın hem Serengeti düzlüğüne bakan kısmı hemde arkasındaki yeşilliğe bakan kısmın kayan pencereleri tamamen açılabiliyor, camların önünde sineklik ve onunda hemen önünde içeri başka hayvanların girişini engelleyen baklava desenli ince bir kepenk var. Böylece tüm camlar açık, Serengeti’nin ortasında uyuyormuşsunuz hissi tüm vücudunuzu belirsiz bir hal almasını sağlıyor. Bir aslan kükremesinin 8 km öteden duyabildiğinizi düşünürseniz, gece aslan yanınızda uyuyormuş gibi hissedebilirsiniz o sesi.
Gece karanlığı yavaş yavaş kalkarken yeşilin, sarının bir dolu tonu canlanıyor. Hemen önümüzdeki kayalıklarda iki tane Klipspringer (kaya antilopu) birbirine kur yapıyor. Genelde kayalık kesimde yaşayan bu küçük antilopları görmek çok kolay değil. O kadar ürkekler ki yemek yerken bir yiyip beş defa etrafı kontrol ediyorlar. Tehlikeli bir durum sezerlerse de kayalıkların üzerinden sekerek tepeye kadar çıkıyorlar.
Hemen odamızın önündeki ağaçta iki tane Starling kuşu ötüyor. Sesi kargayı aratmıyor, ama renkleri. Adı gibi parlıyor. İleride bir turna süzülerek fillerin su içtiği havuza geliyor. Kanatlarının açıp manzarası en güzel olan ağaca konuyor. Hemen ileride ise inanılmaz bir sürü dikkatimi çekiyor. Gnu ve Topilerden oluşan sürü yavaş yavaş ilerliyor otların arasında. Oylum ile balkonda oturmuş kahvemizi yudumlarken resmen safari yapıyoruz, balkon safarisi diye isim bile veriyoruz bu duruma. Ve burada kaldığımız her sabah balkon safarisi yaparak güne başlıyoruz. Odamızda Tanzanya hakkında yazılmış iki kitap ve Four Seasons’ın hazırlattığı, kapak tasarımları kadar keyifli 5 tane kitapçık var. Kitapçıkların içinde Serengeti’de görebileceğiniz hayvanlar, ağaçlar bitki türleri hakkında kısa kısa bilgiler yer alıyor. Kahve eşliğinde okuyoruz hepsini, bir dikişte.
Gördüğümüz her şey bu gezegene ait, ve bu gezegene ait her şeyi ne kadar da az görüyoruz oysa. Bu sabah daha da çok görmeye kararlıyız. Four Seasons Serengeti‘nin aktivitelerinden biri de safari turlarının olması. Sabah, öğleden sonra ya da tüm gün safari alabiliyorsunuz. Ama en çok canlı ile karşılaşacağız saat sabahın erken saatleri. Biz de sabah safarisine çıkıyoruz saat 7:02’de otel kapsının önündeyiz.
[envira-gallery id=”3091″]Yeni rehberimiz karşılıyor bizi, otuzlu yaşlarında, üzerinde krem renginde bir koruyucu gömleği, göbek kısmına doğru gerilen düğmeleri ile -tabiki- gülerek karşılıyor bizi. Bu insanların suratından gülücükler hiç eksik olmuyor. Ve öyle zoraki görev gülücükleri değil. Zaten hemen anlarsınız öyle olunca. Günaydın diyor, bugün neler görmek istersiniz diye ekliyor. Hiç nefessiz sıralıyoruz, aslan, çita, leopar ve sırtlan. Tamam diyor başını sallayarak, bir balıkçının ya nasip demesi gibi çalıştırıyor motoru, otelin giriş kısmında çıkınca Serengeti’nin ortasındayız yeniden. Toprak yoldan ilerliyoruz. Jason ara ara aracı durdurup elindeki dürbün ile ilerilere bakıyor, tekrar motoru çalıştırıyor. Yoldan gnular, zürafalar, zebralar, topiler, deve kuşları geçiyor. İnsan her gördüğünde heyecanlanıyor ama gözler yine de bir aslan, bir çita aramıyor değil. Jason tebessümle işaret ediyor, orada aslan olabilir. İncelen toprak yoldan devam ediyoruz, önce altın renkli bir çakal görüyoruz, sonra akbabalar dolanıyor etrafta. Hemen duruyor Jason tekrar etrafa bakıyor karayı görmüş denizci gibi “orada” diyor. Dün akşamdan kalma bir gnunun yüzde sekseni gitmiş diğer yüzde yirmisi ise akbabalar ve çakallar arasındaki kavganın sebebi. Aslan ailesi buradalar diyor tekrar motoru durduruyor. Dün akşam avlamışlar, demekki yakınlarda bir yerlerde dinleniyorlar şimdi diye ekliyor, dediği de oluyor. Önce ailenin dişilerden oluşan bir kısmını görüyoruz ilerisinde de aslan ve bir diğer dişi aslanı. Bizi hiç görmemiş gibi davranıyorlar önce. Jason aracı rölantide tutuyor, yavaş yavaş aslana yaklaşıyor. Aslan birden ayaklanıyor ve bize doğru kükrüyor. 8 km öteden duyulan kükremeyi 2 metre yanından hissedince tüm iç organlarım ile birlikte titriyorum. Araçtaki herkes camlardan içeri kaçıyor, bir kişi hariç. Bu fotoğrafı da o bir kişi çekiyor zaten, Oylum. Jason Oylum’a dönüp “çok cesursun” diyor, daha önce defalarca bu kükremeye şahit olmuş ama camdan uzaklaşmayan bir tek Oylum’u görmüş. Bu fotoğrafı ara ara açıp bakıyorum. Her açtığımda da organlarımın titrediği o anı hatırlıyorum. Erkek aslan çiftleşmek istediği dişiyi gruptan ayırıyor ve bu sırada da çok agresif olabiliyor. Jason daha fazla burada kalıp erkek aslanı huzursuz etmeyelim diyor. Dediği gibi de yavaş yavaş oradan uzaklaşıyoruz. Serengeti’de araçtan inmek yasak, hayvanlara yiyecek vermek yasak ve onları rahatsız olduğunu hissettiğiniz an oradan ayrılmanız gerekiyor. Sonuçta burası onların krallığı ve aslında kuralları onlar belirliyor.
Toprak yolun rengi değişiyor, bazen daralıyor, bazen genişliyor ama gittiği o sonsuzluk hiç değişmiyor. ağaçların seyrekleştiği termit yuvalarının ara ara yükseldiği bir düzlüğe daha geliyoruz. Jason yine durup elinde dürbünü ile ufku kontrol ediyor. Ve heyecandan parlayan gözlerine, gülüşünün verdiği bembeyaz dişlerinin parlaklığını ekliyor. Hani şu tek altın dişi olan rapçinin güldüğü zaman ortaya çıkan parlama efekti var ya, onun bembeyaz 32 diş üzerinde hayal edin. Çok şanslısınız diyor, galiba orada çita var. Nerede diye soruyoruz parmağı ile ufku gösteriyor. Yer yer sararmış otlardan başka hiç bir şey görünmüyor. Araçla otlağın yakınına doğru ilerliyor ama biz hala bir şey göremiyoruz ta ki yanına gelene kadar. Tek başına bir çita sarı otların arasından çıkıp termit yuvasının üzerinde etrafı izlemeye başlıyor. Genç bir dişi. Bugünkü avını arıyor, etrafı süzüp biraz bekliyor, sonra yeniden uzun otların arasına dalıyor.
Saat öğleden sonra 1:30. Safariden dönmüş ve kurt gibi acıktığımız içinde havuzun hemen üst katındaki terasta, masada verdiğimiz siparişleri bekliyoruz. Biz ne kadar acıktıysak, öğle sıcağında bir o kadar da susamış fil sürüsü geliyor yavaş yavaş. Önde sürünün lideri, arkasında yetişkinler ve daha bebek sayılacak filler su havuzunun başına geçip yerlerini alıyorlar. Onların su içişlerini bu kadar yakından izlemek, hatta neredeyse onlarla aynı yerden su içebilecek yakınlıkta olmak tarifsiz bir deneyim. Bu deneyimi yaşadığınız anda da dünyaya bakışınızın değişmemesi mümkün değil. Bu krallıkta biz sadece misafiriz.
Günün anlam ve önemini açıklayan cümleyi de içimden kurduğuma göre rahatça sipariş ettiğim hamburgeri yiyebilirim. Ve yediğimde de ilk dışımdam kurduğum cümle de şu: bu hamburgerse biz daha önce ne yiyormuşuz?
Otelde kaldığımız sürece hep Jason ile safariye çıktık. Bizi bazen sakin, hiç insan göremeyeceğimiz düzlüklere, bazen ise jiplerin sürü halinde gezdiği popüler noktalara götürdü. Ama şansızlık, hala bir leopar görememiştik.
[envira-gallery id=”3087″]Four Seasons Serengetiyi şu ana kadar gördüğüm tüm otellerden ayıran bir özelliği daha var. İçeride bir de bu vahşi hayatı anlatan müzesinin olması. Hatta günde 2 defa vahşi yaşam belgesellerinin gösterildiği bir salonu bile var. Bu aktivite alanının (kendileri bu şekilde isimlendirilmiş) kapısında her akşam hangi film ya da belgesellerin oynayacağını gösteren bir duyuru panosu mevcut. Her sabah kalktığımda istemsiz olarak bu gece ne varmış diye bakıyordum. İçerideki alanda bir de vahşi yaşam kitaplığı mevcut. Burada hem Tanzanya’yı hem de Serengeti’deki yaşamı anlatan çokça kaynak ve fotoğraf mevcut. Ve tabi gerçekten bu vahşi hayatı daha iyi anlamanıza yardımcı olacak hayvan iskeletleri, bitki ve böcek türlerinden örnekler incelemeniz için cam vitrinlerde bekliyor. Serengeti Milli Parkı’nda herhangi bir şey toplamak yasak. Burada sergilenen herşey Milli Parkın izni ile alınmış ve sergileniyor.
Bir de harika keşifler dolabı var ki, şu ana kadar gördüğüm en mükemmel uygulamalardan biri. Dolabın her çekmecesinin üzerinde içinde ne olduğunu yazan bir bir kısım var, ama işin sürpriz kısmı orada açık şekilde ne olacağı yazmasına rağmen değişmiyor. Çekmecenin üzerinde “zürafa kuyruğu” yazıyor ve siz de çekmeceği açınca gerçekten bir zürafa kuyruğu görüyorsunuz. Ona dokunup bu nasıl bir şeymiş diyorsunuz, etrafına bakıyorsunuz ve hayatınızda ilk defa bir zürafanın kuyruğuna dokunmanın heyecanı ile diğer çekmecelerde ne yazdığını okumaya başlıyorsunuz. İnanılmaz olan ise çekmecelerde ne yazılırsa yazılsın içinden çıkan şeyin büyüsünün hiç bozulmadan sizi şaşırtması. Bu harika keşifler dolabının kucaklayıp eve götürmek istiyorum!
Güneş yavaş yavaş ağaçların arasından batarken bir gün daha geçiyor Serengeti’de. Yıldızlar burada o kadar çok ki, bazıları güneşin batmasını bile beklemeden parıldamaya başlıyorlar. Aslanlar, leoparlar ve sırtlanlar av için karanlığın iyice çökmesini bekliyor. Zebralar, gnular, bufalolar, antiloplar ise birlikte kalıp otlağın içinde gizleniyorlar. Ve bu döngünün biz müdahale etmedikçe devam edeceğini bilmek bile umutlandırıyor. Afrika’da olmanın verdiği bir de tarifsiz huzur var ki onu da en güzel Hemingway anlatmış ‘Afrika’da uyanıp da mutsuz olduğum bir tek sabah olmadı’.
Ve yolculuk için hazırız. Jason bizi otelden Serengeti havalimanına götürüyor. Tabi ki uçağa binmeyeceğiz. Kilimanjaro’ya kadar bize eşlik edecek yeni rehberimiz Alan ile buluşuyoruz. İnce, uzun ve tüm gülüşüyle kucaklıyor bizi. “Neredesiniz” diyor “ben de sizi bekliyordum” rehberlerimiz arasında belki de en çok konuşanı. Hiç rahatsız etmemekle birlikte Serengeti’nin bir de arkeolojik ve jeolojik özellikleri hakkında anlattıkları ile de ufkumuzu açıyor. Milli Park’tan çıkmadan önce 2 saatimiz var diyor ne görmek istersiniz? Hepimiz ağız birliği etmiş gibi Leopar diyoruz. Bakıp gülüyor, bir daha bakıyor arabanın motorunu çalıştırıp. Yine gülüyor. Şans diyor. Burada 10 gün kalıp leopar göremeden ayrılan insanlar gördüm diye ekliyor. Havalimanı düzlüğünden ayrılıp içerilere doğru giderken duruyor Alan, orada diyor. İşte leopar yemeğini yeni yemiş ağacın üzerinde, çok şanslısınız. Yaklaşık 3 saatte 2 tane leopar görüyoruz. Bizden çok Alan’ın şansı sanki, lakin biz 5 gündür buradayız Alan’ı görene kadar leoparın kuyruğunu bile görememiştik.
Alan konuşuyor yollar kısalıyor, molalar uzuyor, yemekler yeniyor, Alan konuşuyor. Anlattıkça başka bir Tanzanya çıkıyor ortaya, Yolda bir köyde duruyoruz. Ağaç çitlerler çevrilmiş Masai köyü.
Havada, aklımda köyde çalınan o şarkının tınıları, fonda kaptanın rota hakkında bilgi verdiği klasik anonsu. Hele şu an hiç ilgilimi çekmeyen İstanbul’daki havanın durumu. Bulutların üzerinden aşağıda, görebildiğim cılız iki üç ışık kümesi, Afrika hava sahasından çıkana kadar tadını çıkartıyorum taze anıların. Elimdeki Four Seasons otelinden aldığım Serengeti Ağaçları kitabı. Okudukça bir daha görüşürüz diyorum her ağaca. Bir daha görüşünce de tekrar merhabalaşırız, sonunu gördüğüm bir manzaranın verdiği o sonsuzluk hissi ile.
2 comments
Okurken gözlerim doldu, ne güzel bir tecrübe.. Hayatın bu gerçek kısmını görebilmeyi ne kadar çok istediğimi farkettim. Bucketlist e eklendi!
Serengeti gercektende dunyanin bir numarali safari merkezlerinden birisi. Degisik kulturler ve vahsi yasamdan hoslananlar icin gercek bir hazine. Hem ayri kulturlerden insanlarla tanisin hemde hayvanlarin vahsi yasamdaki davranislarina sahit olun. Mukemmel bir makale olmus. Bizlerle paylastiginiz icin tesekkurler.