Balkon kapısını açıp Roma’nın kokusunu buyur ediyorum odaya. Pantheon, Vatikan, Castel Sant’Angelo, Vittorio Emanuele… Roma denilince akla ne geliyorsa hepsinin kokusu var içinde. Derin derin nefes almanın ne demek olduğunu bu manzara karşısında tekrar anlıyorum. Balkondan gördüğüm her çatı başka bir hikayenin kahramanı. Öylece beni bekliyor, bir an önce gel anlatacak çok şey var diyor. Ama önce bir kahve.
Pervazdan eğilip aşağıya doğru bakıyorum. İspanyol Merdivenleri’nin başındaki, yiyecek içecek satan karavanın kapısını açıyor bir adam. Orta boylu, esmer tenli, polis gözlüklü. Hemen yanındaki sokak ressamı, kim bilir belkide akşamdan yaptığı şehir manzaralarını diziyor tezgahına. Buradan Aşk Çeşmesi’ni görebiliyorum, diğerlerini seçemiyorum. Buon giorno sesleri yayılmaya başlıyor sokağın bir ucundan. Kahve dükkanları kapılarını açıp geceden çektikleri çekirdeklerin ruhlarını serbest bırakıyor. Şehir yavaş yavaş esniyor, geriliyor. O gerildikçe çatılardan yansıyan güneş ışığı göz kırpıyor gibi oluyor. Bir şehirden çok bir dekoru andırıyor etraf. Gerçek olamayacak kadar güzel.
Dün akşamdan şarja yatırdığımız ne varsa topluyoruz yavaş yavaş. Fotoğraf makinası bataryası, telefonlar, yedek şarj, kameranın bataryası. Odanın içindeki prizlerin fazlalığını öpesim geliyor her seferinde, abartmıyorum. Gardırobun içindeki prizi de hiç saymadım bu arada.
Balkon kapısını kapatıp Pantheon’a gitmemiz gerek diyorum Oylum’a . Az önce çağırdı, bir şeyler anlatacakmış.
Odanın kapısını açıp Roma havasını otelin koridorlarına bırakıyorum bu defa. Orada otelin tarihi ile tekrar kavuşuyorlar. Ben olmasam başka birinin kapısı açılıyor, bazı odaların kapısı biraz daha geç açılıyor. Ama her sabah bu koku otelin koridorlarına bir şekilde iniyor. Asansörü kullanmıyoruz. De La Ville ‘nin mermer merdivenlerinden döne döne aşağıya inmek, inerken insanlarla selamlaşmak. Kat görevlilerin suratlarındaki gülümsemin yarısını alıp yola çıkmak çok rahatlatıyor insanı. Otel rehabilitasyonu diye bir şey varmış. Burada anlıyorum. Ben Oylum’dan önce iniyorum son iki katı. O farketmeden fotoğrafını çekiyorum. Kendime saklıyorum. “Sen farketmeden” diye bir dosyam var bilgisayarımda. Orada duruyor.
Otelin resepsiyona varıncaya kadar hava değişmiş. Hafif hafif yağmur yağıyor. Resepsiyondan bir şemsiye rica ediyoruz. Ne olur ne olmaz. Şu an hafif ama hafife de almamak lazım. Biz çıkarken başka bir odanın yeni ziyaretçileri iniyor araçtan. Sadece göz teması ile, hemen karşımda olana iyi tatiller diyorum, o da teşekkür ediyor, size de iyi keşifler.
Otelin konumu, manzarası kadar muazzam. Kapıdan çıktığımız an İspanyol Merdivenleri’ndeyiz. Hani biraz daha zorlasam otelin merdivenleri İspanyol Merdivenleri ile birleşiyor derim. Hatta bunu demem de hiç sakınca yok. Dedim.
Siz nereye gidiyorsanız Roma onu hissediyor gibi. Önce yolunuza bir kaç kahve dükkanı, sabah kahvaltısını bu defa dışarıda alalım diyenlere ufak ufak pastaneler serpiştiriyor. Yol boyunca da eksik etmiyor.
Pantheon
Pantheon’a yaklaştıkça nefes alışını duyar gibi oluyorum. O büyük kubbesi sanki bir aşağıya bir yukarı çıkıyor nefes aldıkça. 2000 yıldır orada, o meydanda bekliyor.
Pantheon, Tüm tanrıların tapınağı (Antik yunanca Pan=tüm, Theion=Tanrılar) . Tarihe meydan okuyan ihtişamı ile halen ayakta. Tabi zamanla şehir yükselmiş, Pantheon da binaların arasında dinlenmeye çekilmiş. Ama M.S 140 ‘li yıllarda şehirde dolaşma imkanımız olsaydı hemen hemen her yerden Pantheon’un ihtişamı ile selamlaşma şansımız olurdu.
M.S. 125-127 yılında İmparator Hadrian tarafından yaptırılan Pantheon’un mimarı kesin olarak bilinmiyor. İlk Pantheon’un temelleri üzerine yapılan bu yapı dönemin en başarılı mimarisiydi, hatta günümüzde bile dünyadaki en önemli 10 mimari eser arasında gösteriliyor. Aynı zamanda amatör olarak mimarlıkla ilgilenen Hadrian’ın da yapıya katkısı olduğu düşünülüyor. İlk yapılan Pantheon M.Ö 27 yılında Marcus Agrippa tarafından yapılmış.
Ama o yapının neye benzediği hakkında maalesef bilgi yok. Pantheon’un temel kazılarında bulunan parçalar Marcus Agrippa’nın eserinin ipuçlarını taşıyor sadece. Genel görünümü hakkında bir şey söylemiyor. Ama İmparator Hadrian’ın tapınağın girişindeki (portiko) çatı alnına yazdırdığı “M. Agrippa L. F. Cos. Tertium Fecit” arkeologlar ve tarihçiler tarafından ilk başta M.Agrippa tarafından yapıldığını sanılmış. Metinde aynen şöyle yazıyor: “M. Agrippa” yani, Marcus Agrippa (Marcus Agrippa, önceki dönem Roma imparatoru Augustus’un çocukluk arkadaşı, damadı, sağ kolu ve bir ara varisi olan mimar Marcus Agrippa.) “L.F.” yani, Lucius Filius, Lucius’un oğlu; “Cos,” konsül; “Tertium” üçüncü kez; “Fecit”, bunu yaptı. Pantheon’u Lucius’un oğlu, üçüncü kez konsül seçilen Marcus Agrippa yaptı diyor. Aslında burada bahsedilen ilk Pantheon. Hadrian’ın mimarları 2. Pantheon’u bu temeller üzerine yaptı. Hadrian’da ilkini onurlandırmak ve İmparator Augustus ve M.Agrippa’yı saygı ile anmak için bu yazıtı yazdırdığı anlaşılıyor. Buradaki asıl yapının onun tarafından yapıldığını, kendisinin sadece restore ettirdiğini söylemesi ise büyük bir alçak gönüllülük. Alınlık mermer üzerinde bulunan kurşun deliklerine benzeyen delikler ise, daha öncesinde buralara tutturulan heykeller olduğunu gösteriyor. Ama bu heykeller günümüze kadar gelmeyi başaramamış. Tıpkı tapınağın içinde yer alan heykeller gibi.
Çeşmenin bulunduğu Piazza Della Rotonda meydanı da Pantheon’un avlusuymuş. Meydandaki gösterişli Giacomo Della Porta tasarımı olan Fontana del Pantheon, heykeltraş Leonardo Sormani tarafından 1575’te tamamlanmış.
43.20 metre çapındaki kubbe içeri girer girmez sizi öyle bir sarıyor ki tek seferde görmeniz de imkansız. Hatta balık gözü objektif ile içerisini fotoğraflamak bile çok zor. Bu ihtişamı en yalın haliyle göstermeyi başaran ise aynı zamanda mimar olan Giovanni Paolo Panini ‘nin resmi. Tıpkı Michelangelo’nun heykeltraş olma özelliğini büyük bir avantajla resim sanatına aktarması gibi, Panini de mimar ve saray dekoratörü olmasının avantajını resimlerinde kullanmış bir ustadır. Modern Roma’nın yeni yüzünü, Phanteon’dan Forum’a kadar fotoğrafa en yakın halleriyle resmetti. Pantheon’un içini 1734’de yaptığı “Interior of the Pantheon, Rome” isimli aşağıdaki resminde mükemmel şekilde göstermişti.
Pantheon kubbesi hala Vatikan‘ın kubbesinden sonra Roma’da çapı en büyük olan kubbe. Antik mimari ile Roma mimarisinin buluştuğu bu ihtişam, şehirde hala eski yapılar arasında birinci sırada.
Panini’nin resminde de görüleceği gibi kubbe 5 adet kaset (küçük kutular) bulunan 28 kesitten oluşuyor. Bu kasetler antik çağ zamanında altın varak kaplıymış. Kubbenin ortasındaki Oculus’dan (antik Yunanca göz demek) sızan ışık günün farklı saatlerinde bu kasetlerden yansıyıp tapınağın içindeki tanrı heykellerini aydınlatıyormuş. Yağmur yağdığında da Oculus’dan tapınağın zeminine inen sular buradaki delikli mermerlerden tahliye ediliyormuş. Bir efsaneye göre bu mermerlerin deliklerinden geçen sular Roma’nın altındaki su tünellerine bağlanıyormuş. Ama yapılan çalışmalarda bu tünelleri doğrulayan kanıt bulunamamış. Pantheon’u önemli yapan bir özellik ise zeminindeki mermerlerin çoğunun orjinal, yani 2000 yıllık olması.
Hristiyanlığın yayılması ile birlikte önce kiliseye dönüştürülen Pantehon rönesans döneminden beri de mezar anıtı olarak kullanılıyor. Ressam Raphael, İtalya’nın ilk Kralı II. Vittorio Emanuele , ve oğlu 2. kral I. Umberto ‘nun mezarları burada yer alıyor.
Roma Kahve Molası yazısında da bahsettiğim T’azzo Doro da Phanteon’un hemen karşı sokağında. Kahvenizi alıp eskiden Phanteon’un avlusu olan meydanda günün tadını çıkarmaya devam edebilirsiniz. Ya da Pantheon’u gözünüzün önünden ayırmayacağınız manzarası ile meydandaki restaurantlardan birine geçebilirsiniz.